İNSANCIKLARIM
Gövdemin üzerinde öylece duran, artık zamanın ve deneyim denilen öğütücünün dişli çarkında dönmekten, hatta ikilemler ve karşıtlıklar arasında mengeneye koyulmuş gibi durmaksızın sıkışmaktan kangren olmuş kafamda turşu bidonlarına rastgele tepilmiş lahana parçaları gibi duruyor; insancıklarım. Her birinin ayağı faylar oluşturuyor , henüz filizlenmeye cesaret edememiş cümlelerimin toprağında.
Yalpalaya yalpalaya dolaşıyorum her bir fay kırığında. Üzerinde fazlaca düşünülmekten laçkalaşmış, hakkında tek bir laf etmemekten çürümüş, ağzımdan çıkmaya vakit bulamadan buharlaşan sözcüklerimden utanıyorum. İnsancıklarım daima kavga-gürültü içerisinde, daima birbirlerine bir şeyler fırlatıyor. En yaşlı olanı, almış eline bir çift şiş; durmaksızın örgü örüyor ve bu, benim rahatlatan yanım. Ne zaman salya sümük gidip çalsam kapısını, örümcek ağlarının arasından uzatıp başını:
“ Yine darmadağınıkken geldi değil mi aklına, bana uğramak? ” diye sitem ediyor.
Sonra rengarenk reçel kavanozlarını raflarından indiriyor ve sözü geçen edasıyla susturuyor, içimde konuşan diğer sesleri. Aslında daima seyrediyorum onu uzaktan, o huzurla koltuğuna gömülüp sevimli şalının içinde kaybolup durmadan kazaklar örüyor bana, ruhum ne zaman çırılçıplak kalsa onları giydiriyor bana… Üşümüyorum.
Orta yaşlı olanı, daima şüpheci. Onunla konuşmaktan çok yoruluyorum, her ne söylesem güvenmemenin bir yolunu mutlaka buluyor. Bir defa olsun inan diyorum, inanmıyor. Bana bile güvenmiyor.
“ Sen kendine bile dürüst değilsin. ” diyip terk ediyor beni.
Sonra barışıyoruz tabi ki, ama onunla sohbet edilmez; sadece çay içilir, yemeğe davet edilir: O kadar!
Genç olanın başında kavak yelleri esiyor, yüzündeki sivilceleri sıkmakla meşgul. Ne zaman bir şey danışacak olsam, ‘yap,et’ diyor. ‘Dünyaya bir daha gelmeyeceksin.’ diyor. Kanı deli akıyor tabi. Ben daima en yaşlısına koşuyorum, içeri girer girmez ruhuma ördüğü kazaklardan giydirip, pencere önüne dizdiği rengarenk reçel kavanozlarından birini indiriyor.
“ Ee, anlat bakalım. ”
Uzun uzun konuşuyorum en yaşılısıyla. Konuştuklarımı, konuşamadıklarımı, konuşmaya çalışmadıklarımı, utandığım cümleleri anlatıyorum ona. Şalını omzuma atıp:
“ Uyu. ” diyor usulca. Uyurken ben başucumda öylece duruyor, kazaklar örmeye devam ediyor:
“ Her şey yolunu bulur, oluruna bırak. ”
“ Ya çürürse turşularım? ”
“ Çürürse çürüsün, önemli olan sensin. ”
Mışıl mışıl uyuyorum, hatta kavanozlara dizdiğim ne var ne yoksa unutuyorum.
Ellerimin kuruluğundan mı yoksa çıkıntılarından mı dokunduğum yerlerin bilmem; durmaksızın bir yerlere ilişip duruyorum. Gündüz ve gece, düğüm düğüm. Saatlerden haberim yok ve kum saati de bihaber, kaçı gösterdiğinden. Belki de dökülmek üzere olan bir sonbahar vurgununun yazgısıdır,sabrım. Kalemim, tükenmez dedikleri fakat tükenmeye mahkum bir kalem; maviden. Kendimi, aynadaki benliğimden ayıran bir fotokopi olmadığımı mavi mürekkebimle ikna ediyorum. Yazıyorum hep, sanki yazmazsam kaybolacağım; lahana yapraklarının arasında. Bol koyduğum sirkeler çürütecek kalbimin raflarına dizdiğim konserveleri, belki de zehirlenirim kendimi bulmaya çalışırken.
Ne yapar insancıklarım bensiz? İnsancıklarım, beyaz bir mumla dolaşıyor koridorlarımda; adım seslerini duyuyorum. İçimdeki bir sıcaklık vuruyor aniden, en ücra noktalarına kadar hücrelerimin. Anlıyorum ki insancıklarımın elindeki mum, devrilmiş. Uyanıyorum. Zihnimin kırık faylarında biriken bütün çürümüşlükleri fırlatıp atıyorum. Örümcek ağlarının arasından ben uzatıyorum başımı bu defa, içerimde hala kazak örüyor insancıklardan en yaşlı olanı:
“ Hoş geldin. Bu defa ne getirdin? ”
Çocuk yanımı uzatıyorum, nasırlaşmış ellerine:
“ Hoş buldum. ”
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!