[youtube url=”https://youtu.be/rnZ8I2z3TmY” autoplay=”1″ hd=”1″]
PRANGA
İkinci milenyumu da tamamladıktan sonra geçen yaklaşık 20 yılın temel anahtar kavramları; teknoloji, iletişim ve bilgi olsa gerek. Birbirinin karşılıklı yüksek etkileşimi, şu an içinde bulunduğumuz post-modern dönemin temel dinamiklerini oluşturdu. Bu temel dinamiklerden, bilginin üzerinde yoğunlaşacağız bu yazıda. Ve en önemlisi de, değişen bilgiyi nasıl kabul edeceğimiz konusudur. Bu konuyu daha çok bireysel açıdan ele alırken, toplumsal konulardan da örnekler vererek daha iyi anlaşılmasını sağlamayı amaçlayacağız.
Her bir kimliğin kendine özgü bir bilgi dağarcığı vardır, bu güzeldir de. Çünkü her birini elde etmek için çaba sarf ederiz. Ve bu sayede kazandığımız kimliklere aidiyet duyarız. Ancak işin ilginç yanı, üzerimize giydirilen kimlikler için hiçbir çaba sarf etmeyiz. ( ırk, din vb.) Çaba sarf etmeden kazandığımız bu kimlikler için kendimizi feda edebilirken, kendi emeğimizle elde ettiğimiz kimliklere duyduğumuz aidiyetler bu denli güçlü değildir. Bunu bir örnekle açıklamamız gerekirse, herhangi bir meslek, emeklerimiz sonucu kazanımımızken milliyetimiz doğuştan giydirilmiş bir kimliktir. Bir tarafta 15-20 yılımızı harcayarak edindiğimiz kimlik, diğer tarafta sadece doğduğumuz toprak itibariyle bize atfedilmiş bir kimlik. Hangisi daha değerli olmalı? Hiçbir emek sarf etmeden üzerimize giydirilmiş bir kimlik için rahatlıkla kendi yaşamımızı ortaya koyabilirken, kendi emeğimizle kazandığımız kimliklere aynı aidiyeti duymuyoruz maalesef. Peki, bunun nedeni nedir? Neden giydirilmiş kimlikler bu kadar değerli iken, kendi emeğimize aynı değeri vermiyoruz? Sorulan soruya verebileceğimiz belki onlarca cevap var ancak ben bunlardan (bana göre en dikkate değer olan) iki tanesini birbiriyle ilişkilendirerek açıklamak istiyorum:
“ Duygusallık ve Kolektif Hafıza “
Bunlardan ikincisi, yani kolektif hafıza ile başlayalım. Her kimliğin, kendi içinde bir bilgi dağarcığı yani enformasyonlar kümesi olduğunu belirtmiştik. Irk, din, mezhep gibi milyonlarca insanı içinde barından kimlikler, tarih bağlamında değer kazanmış olgulardır. Daha ayrıntıya inersek, İslamiyet’in enformasyon birikimi temelde iki aşamada oluşmuştur. İlki, doğuş aşamasında ( kendi öğretileri doğrultusunda konuşacak olursak) vahiy yoluyla oluşmuş enformasyondur. İkinci aşama ise, doğuşundan itibaren tarihsel olaylarla birikerek oluşan enformasyonlardır. Tarihsel bağlamdaki enformasyon birikimleri savaşlar, devlet yapılanmaları, sosyal değişimlere bağlı yapılan içtihatlar vb. durumlar aracılığıyla gerçekleşmiştir. Ancak, doğuşundaki vahiy yoluyla gelen enformasyonlarla, tarihsel bağlamdaki enformasyon birbiriyle her zaman örtüşür mü ya da birbiriyle çeliştiği noktalar var mı sorusu her daim sorulması gereken sorulardır. Burada bu sorulara cevap aramaktan ziyade, kolektif hafızayı tarihsel seyir içerisinde gelişen olayların daha çok belirlediğini belirterek diğer başlığa geçmek istiyorum.
Duygusallık ise hayatımızın her alanında karar verirken, herhangi bir eylemde bulunurken bilişsel olarak karar verme mekanizmamızın önemli bir saç ayağıdır. Çünkü bizler her zaman akılcı (rasyonel) bir şekilde karar veremeyiz. Nitekim Amerikalı Psikolog Daniel Kahneman, 2002 yılında aldığı Nobel Ekonomi Ödülü’nde, insanın ekonomik kararlar alırken saf rasyonel olarak kar marjlı düşünmediğini, aksine duygularıyla da karar verdiğini belirtmiştir. İşte bizler de, politik tutumlarımızdan ikili ilişkilerimize, meslek seçiminden daha birçok alana kadar kararlar verirken duygularımız bizi yönlendirmektedir. Ancak bu duygusallık bizim her zaman doğru karar vermemize yardımcı olmuyor, zaman zaman manipüle ederek bizim yanlış kararlar almamıza neden oluyor.
Duygusallık ve kolektif hafızayı birlikte düşündüğümüzde, üzerimize giydirilen kimliklerin kolektif hafıza içerisinde yanlış bilgiler içerebileceği gerçeği, ona duygusal olarak bağlanan bizler için ne kadar tehlikeli olabileceğini düşünelim. Bu yanlış bilgiler manipülasyonaracılığıyla, bir takım çıkar odakları tarafından kimliklerin asıl enformasyonuna dahil edildiğini görmekteyiz. Bunu yeniden bir örnekle açıklamak gerekirse, kadınlık olgusuna bakmak yeterli olacaktır. Biyolojik olarak kadın olmanın, dünyanın farklı kültürlerinde farklı egemen güçlerin çıkarları doğrultusunda nasıl içi boşaltılıp yeniden doldurularak şekillendirildiğini hep birlikte gördük ve görmekteyiz. Biyolojik açıdan kadının varoluşu ile toplumların kadını var edişleri arasındaki fark, aslında açıklamaya çalıştığımız konunun en özetleyici örneklerindendir. Ve bu manipüle edilmiş enformasyonlar kümesine “pranga” kelimelisini söylemek yerli yerince olacaktır. Evet, belli prangaları yıkmamız gerekiyor ama gönül bağımızın da olduğu prangaları yıkmak bizim için çok zor. Carl Sagan’ın söylediği üzere,
“Tarihin bize öğrettiği en acı derslerden biri şudur: Eğer yeterince uzun bir süre kandırılarak bir şeye inandırılmışsak, bu kandırılmışlığın kanıtlarını reddetmeye yatkınlaşırız. Bunu, kendimize bile itiraf etmek artık fazlasıyla acı verici olacaktır.”
Peki, ne yapmalıyız?
Bir başkasının düşüncesini önemseyen, ortaya attığı fikir üzerinden değişime gitme cesareti gösteren çok az insan tanıdım. Yeni öğrendiği bilgileri, duygu süzgecinden geçirdiğinin onda biri kadar mantık süzgecinden geçirmeden elbette doğru kararı veremeyeceğiz. Bu yüzden bilimin, rasyonel verilerin ve kayda değer, alanında uzmanlaşmış kişilerin görüşlerini dikkate alarak sahip olduğu bilgilerin yanlış olabileceğini ve değişime gitme cesaretini kendimizde sağlamalıyız.
Ve şimdi… Bir şeylere tepki olarak değil, hakikati bulmak için yola çıkma zamanı.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!
güzeell….
Büyük keyifle okudum, teşekkürler 👏🏻