Yaklaşık dokuz yıldır süren Suriye iç savaşından kaçıp Türkiye’ye sığınan mültecileri, hükumetin diplomatik savaşların kozu ve siyasetin istismar unsuru olarak algıladığı, iç- dış siyasette bunalıp bir çare bulma ümidiyle on binlerce mülteciyi otobüslerle getirip sınıra bıraktığı bir drama tanık oluyoruz.
Sıcacık evlerimizde bile çocuklarımız üşütür kaygısıyla, gece yarıları kalkıp üstlerini açıp açmadıklarını kontrol ederken; Türkiye’nin çeşitli illerinden gelen -getirilen- binlerce mültecinin, soğuk ve karanlık sulardan -bebek, çocuk, kadın ve yaşlılar da dahil olmak üzere- dandik şişme botlarla sınırın öte tarafına geçme mücadelesini -daha doğrusu ölüm kalım savaşını- ekranlarımız başından yüreklerimizi dağlayan görüntüler eşliğinde izliyoruz. Kendi çocuklarımız denizi oyun ve eğlence unsuru olarak algılarken mülteci çocuklar, soğuk ve karanlık bir engel olarak algılıyorlar.
Daha düne kadar Aylan bebek için ağlayıp gözyaşı dökenler, şimdi binlerce Aylan bebek için kıllarını kıpırdatmıyor. Dahası o insanları, nankörlükle, vefasızlıkla, ‘yediği kaba tükürmekle’ suçluyorlar.
Hükumetin dokuz yıldır mültecileri politik şantaj unsuru olarak kullandığı yetmezmiş gibi, büyük bir çoğunluğunun tarlalarda, fabrikalarda, atölyelerde ucuz iş gücü olarak çalıştırılması, uyanık ev sahipleri tarafından “it bağlasan durmaz” evlere fahiş ücretler istenmesi, savaştan kaynaklı dul kalmış kadınların ya da genç kızların ikinci veya üçüncü eş olarak alınması, çaresizlik ve korkuyla kaçıp geldikleri ülkemizde bütün bunların üstüne aşağılanmaları, aşağılayan kitlenin ırkçı hezeyanlar ve nefret söylemleriyle durmadan onları hedef göstermesi, ne kadar da absürt ve acı değil mi? Ve hal böyleyken, bu ülkeyi terk etmek isteyen mültecilerin alınlarına nankörlük yaftasını da yıllarca mültecilerin çaresizliklerinden faydalanan aynı ırkçı güruh yapıştırıyor.
Hükumetin sınırları açmasıyla, Türkiye ile Avrupa sınırları arasında sıkışıp kalan on binlerce mültecinin dramı bunlarla da bitmiyor. Geceleri sıfır derecesini gören soğuklarda açlık, çaresizlik ve korkuyla titreyen çocuklar, atılan gaz bombaları, vurulanlar, ölenler, gitmekten vazgeçip geri dönmek isteyenler… Avrupa sınırlarıyla Türkiye sınırının orta yerinde, ölümle yaşam arasında gidip gelenlerin haricinde gitmeyip de kalmayı tercih edenlere saldırılar ve linç girişimleri ise ileride yaşanacak felaketlerin habercisi. Bu insanların mecburiyet ve çaresizliklerinin farkında olan “iş bilir” fırsatçıların, insan kaçakçılarının, otobüs firmalarının, taksicilerin vb. mültecilerin mağduriyetlerini insanlık dışı bir kazanç kapısına dönüştürmeleri de ülkece utanç hanemize yazılıyor.
Sağcısından solcusuna, muhafazakarından sözde aydınına kadar herkes, ülkemizi terk etmek isteyen mültecilere karşı sanki söylem birliği etmişçesine ırkçı bir dille nefret kusuyor. Halbuki bu mültecilere harcanan paraların büyük bir kısmı, Avrupa Birliği tarafından sınırların kapalı tutulması şartıyla -bir nevi rüşvet- ödenmişti. Ayrıca Suriye iç savaşının müsebbibi, bu çaresiz insanlar değildi. Bu savaşın büyüyüp yayılmasına sebep olan -yangına benzin döken- hiçbir ülke, üstüne düşen sorumluluğu almıyor ve bu insanları oradan oraya sürüp umutlarını tüketiyorlar. Mültecilerin tek istediği; daha güvenli, daha demokratik ve ekonomik koşulları daha iyi bir ülkede insanca yaşamak. Hepsi bu.
Sonuç olarak; “Emevi camisinde namaz kılmak” gibi stratejik dingillik hezeyanı yaşayanlar, şimdi sebep oldukları yıkımın sonuçlarını görmek istemiyor. Üstüne yakın bir vakte kadar Ensar ve Muhacir kelimelerini dilinden düşürmeyenler, şimdi söylemlerinde tornistan yapıp dün tükürdüklerini bugün güzelce yalıyor ve otobüslere doldurdukları on binlerce mülteciyi sınıra taşıyıp onları kaderleriyle baş başa bırakıyorlar. Yaşanan insanlık dramına tanık olan bizlere düşense; laçkalaşan havsalımız, kanayan vicdanımız ve nemli gözlerimizle aynı şeylerin bir gün bizim de başımıza gelme ihtimaline karşın dönüp dönüp çocuklarımızın gözünün ta içine bakmak oluyor.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!