Kişiler, içerisinde var olduğu -yaşamını sürdürdüğü- yeri adlandırmak, bir aidiyet hissi oluşturmak ister. Kuşkusuz, bu adlandırmaların toplumsal süreçlerden bağımsız düşünülemeyecek bir bağı vardır. Taşra kavramı; merkezin dışında kalan, merkez olmayan, merkezden uzak kaldığı için de ötekileştirilmiş bir kavramdır. Merkezin ötesinde olan taşranın, yerini belirlemek için merkezin tanımını yapmak gerekmektedir. Merkez olarak adlandırdığımız kavram; hem toplumun yönetimini ve organizasyonunu sağlayan devlet yapısını, hem de bu yapının içinde bulunduğu kendine has dinamikleri olan kentleri betimlemektedir.
İki farklı kavram olarak karşımıza çıkan merkez (kent) ve çevre (taşra), birbirini tamamlamaktadır. Aralarındaki benzerlikleri ve farklılıkları incelerken Jung’un ortaya koyduğu ‘Gölge Metaforu’ndan yararlanılacaktır. Bu sebeple taşrayı bulmak için merkeze, merkezi bulmak içinse taşrayı bulmaya ihtiyaç vardır. Bu durumda taşranın merkez ile birlikte var olması, Jung’un bilinçaltı minvalinde kullandığı gölge metaforuna işaret etmektedir. Gölge metaforu, bireylerin kötü ve anlaşmacı olmayan yönlerinin temsilidir. Hem kötü hem de iyi kavramını barındırır. Bilincin bilinç dışı yansımalarını temsil eder ve bilinç olmadan bilinç dışı olamaz. (Jung, 2017) Taşranın varlığını, gölgenin varlığına bağlayabiliriz. Gölge var olduğu sürece, taşranın varlığı devam etmektedir. Merkez ne yaparsa yapsın, taşra da onun aynısını yapar; daha doğrusu bunu merkez yaptırır. Bu sebeple gölge olan taşrayı bulmak için öncelikle merkez konumunda olan kent kavramını incelememiz gerekmektedir.
Kent kavramı; sözlük anlamında bağlı olduğu ülkenin toplumunun büyük bir çoğunluğunun yaşadığı, ekonomik faaliyetlerin gerçekleştiği bir mekândır. (TDK, 2000) Aynı zamanda büyük çapta ticaretin, sanayileşmenin ve merkezi devlet yönetimlerinin olduğu ve kendi yaşam biçimine sahip kültürel ve toplumsal bir yapılanmadır. Kent adıyla tanımlanabilecek yerleşim alanları, bölgenin bir kalesi olarak; ekonomik piyasaya, kendine has hukuksal düzene ve belli ölçüde otonom yapıya sahip olmalıdır. (Martindale, 1984)
Kentleşmenin kökleri, 10.000 yıl kadar geri gitmektedir. Erken dönem antik kentler, Orta Doğu’da (Mezopotamya, Mısır) yaklaşık M.Ö. 6000 yıl önce, Hindistan’da İndus Vadisi, Çin’de, Girit şehirlerinin Manos Uygarlığı’nda yaklaşık M.Ö. 4000 yıl kadar önce ve Meksika’da yaklaşık 2300 yıl öncesinde bulunabilir. (Mumford, 2007) Milattan önceki dönemlerde tarih sahnesine çıkan Antik Yunanlar, ‘polis’ adını verdikleri kent devletleri ile günümüz modern kentlerinin temellerini atmışlardır. Aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin ele alınacağı bölümde göreceğimiz erkek odaklı yapılanmanın temeli sayılmaktadır. Ortak bir soydan gelen bireylerin kullandığı ikinci ad (günümüzdeki soyadının bir benzeri) olan gens, analık hukuku yerine babalık hukukunu kullanmaktadır. (Engels, 2013) Paul K. Hatt ve Albert J. Reiss Jr’e göre tarihin ilk kentleri nüfus bakımından o kadar küçüktü ki, var olan köyler ile arasında neredeyse hiç fark yoktu. (Hatt & Reiss, 2002) Bu bağlamda bahsettiğimiz kentler, ilk olarak ihtiyaçlardan dolayı ortaya çıkmıştır. Korkut Tuna’ya göre; insanlar, yaşamlarını devam ettirebilmek amacıyla ihtiyaç duyduğu şeyleri, var oldukları çevrenin şartlarına göre şekillendirmişlerdir. Şekillendirmeler neticesinde bunları toplumsal faaliyet olarak görmüşler ve beraberinde belirli bir başarıyı getirmişlerdir. (Tuna, 2013) Bu başarı, kurulan ilk kentlerden başlayarak günümüz modern kentlerinin temelini oluşturmuştur. İlerleyen zaman içerisinde kentler, gelişimine ve değişimine devam etmiştir. Pirenne, ‘kent’ i kapalı bir kutu olarak tanımlamıştır. Kent, etrafı çevrili ve askeri güce sahiptir. Bu nedenlerle korunma ve güvenlik ihtiyaçları doğrultusunda tarihte yer edinmiştir. İlerleyen zaman içinde kentler canlanmaya başladı ve yöneticilere, tüccarlara, zanaatkârlara ve sanatçılara sahip oldu. (Pirenne, 2000) Geleneksel olarak şehirlerin kapalı yerleşim yeri olduğunu düşünen bir başka kişi de Weber’dir. Weber, kentleri pek çok evin dip dibe inşa edildiği bir küme olarak görmüş ve niceliksel olarak büyük bir mahal olarak adlandırmıştır. (Weber, 2012)
Merkez-çevre ikileminde ele aldığımız kent kavramı ise, günümüz modern kentleridir. Ancak günümüz modern kentlerinin oluşumu, 16. yüzyılda başlamış ve 18. yüzyılın sonlarında ise ete kemiğe bürünmüştür. Bu doğuşu başlatan olay, Sanayi Devrimi olmuştur. Devrim neticesinde günümüz modern ve yeni kentlerinin temelleri oluşmuştur. W.W. Rostow’a göre sanayi devriminin sebebi, 18. yüzyılın son zamanlarında buluşların ve üretilen teknolojinin ekonomiye katkılarının azımsanamayacak kadar çok olmasıydı. (Rostow, 2012) Gelişen makineleşme, yeni iş gücü ve çalışma sahaları, kent için yeni dinamikler doğurmuştur. Sanayileşmenin etkisi, kırsalda tarıma dayalı ekonomiyi zayıflatmış ve büyük ekonomik kalkınmayı kente taşımıştır. Bu ekonomik değişim ve tarımın zayıflaması, aynı zamanda kırsal kesimden kente büyük çaplı bir göç hareketini başlatmıştır. Kentler, üretimin ve yaşamın merkezi haline gelmiştir. Kenti, feodalizmden kapitalizme geçişin bir ürünü olarak tanımlamıştır Marx. Aynı zamanda kent, sınıfsal ayrışmanın bir ürünüdür. Bu sınıfsal ayrımda sermayenin sahibi olan kentli zenginler, burjuva sınıfını oluştururken; kırsaldan kente göç etmiş ve fabrikalarda iş gücü olarak çalışan bireyler ise işçi sınıfını oluşturmaktadır. (Marx, 2014) Oluşan sınıflar, kent dinamiklerini ve yaşam biçimlerini belirlemekte önemli bir etken olmuştur. Kentin değişime açık yapısı, Manuel Castells’e göre ekonominin göbeği olan, iş ve yaşam imkânlarının yanında bir örgütlenme olan kentler; barınma, sağlık ve eğitim-öğretim gibi olanakların da merkezi olmuştur. (Castells, 1997) Heterojen bir topluma sahip olan kentler, bu toplumu yönetmek ve ortak bir paydada buluşturmak için kendi kurallarını koymuştur. İşlerin yolunda gidebilmesi için belirlenen çalışma saatleri, izin zamanları, sosyalleşme ortamları bunlara örnektir. Gündelik yaşam biçimlerini etkileyen bu değişimler, ileriki bölümde değineceğimiz taşra ve kentin farklılıklarının daha net kavranmasını sağlayacaktır.
Tüm bu etken ve biçimleriyle var olan kentin, Pirenne ve Weber’e göre kapalı kutu olduğunu belirtmiştik. Kentin kapalı kutu olması ve çevresini kendisinden ayrı tutması da konumuz olan taşrayı yaratmıştır. R.J. Holton’a göre; binlerce yıldır medeniyetlerin kendilerini çevreden ayrı tutmak için çeşitli betimlemeleri olmuştur. Bunlar kır, kırsal kesim, taşra gibi betimlemelerdir. Holton, betimlemelerin hem mahal hem toplum açısından ayrımlar olduğunu dile getirir. (Holton, 1999) Merkez yönetimin bulunduğu, sürekli değişim ve gelişim halinde olan kentler, yeni ve yenilikçidir. Çevresi olan taşra ise kente göre eski, geri ve gelenekselcidir. Bu bakış açısı ise kentlerin var olduğu zamandan günümüze kadar hâkimdir. Çünkü merkez, çevresini ayrı tutarak dışlamakta ve geri bırakmaktadır. Bu geri kalmanın sebebi ise Marx ve Engels’e göre; modern toplumlarda kentlerin taşrayı kendisine bağımlı hale getirmesidir. Yönetim ve ekonomik bağlamda kent olan merkeze bağlı taşra bireyleri; kente göç sağlayarak taşranın sersemletici ve gerici etkisinden çıkar. (Marx & Engels, 2018)
Taşranın dışta ve geride tanımlanması, tarih boyunca böyle olmuştur. Bu tanımlama, dile işlemiştir. Diller, toplumların kültürden yaşam biçimlerine kadar birçok kodu içinde barındırır. Tarık Demirkan bir makalesinde; Fransızca ‘vilain’ sözcüğünün temelinde çirkin anlamında olduğunu, ancak halk dilinde taşralı olan bireyler için kullanıldığını ve Macarca’da taşralı anlamına gelen ‘prasztın’ sözcüğünün temelinde katıksız, ahmak gibi anlamlar taşıdığını söyler. (Demirkan, 1996) Kendi kültürümüze geldiğimizde ise dışarı, dışarıda, dışta manasında kullanılan taşra sözcüğüne tarihte ilk olarak Orhun Yazıtları‘nda rastlarız. Sözcüğün kullanıldığı cümle, tam olarak şöyledir:
“ İçre aşsız taşra tonsuz yabız yablak budunda üze olurtum. ”
Şu an kullandığımız günümüz Türkçe’sinde ise cümle:
“ İçi aşsız dışı donsuz aç çıplak halk üzerine hüküm sürdüm. ” olarak çevrilmiştir. (Ergin, 2009)
Günümüzde kelime anlamı olarak taşra; bir ülkenin baş şehri veya en önemli şehirleri dışındaki yerlerin hepsi, dışarılık olarak tanımlanırken; taşralı ise -taşra halkından olan kimse,- dışarıklı olarak adlandırılmıştır. (TDK, 2000)
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!