İnsan hayatının en güzel yıllarının bir bölümü lisede geçiyor. En azından bunu doğrulayanların sayıları daha çok diyebiliriz. Herkesin aklında liseden bir öğrenci kalmıştır. Bunlar; yaramazlıkları, çalışkanlıkları, güzelliği ve yakışıklılığı ya da popülerliğinden ötürü akıllarda olanlardır. Lise, ergenlik döneminin neredeyse tamamıdır. Elbette benim de aklımda saydığım sebeplerden birçok arkadaşım kaldı. Lakin bunların içinde yeteneğiyle aklımda kalan bir arkadaşım var.
Ferman Narin. Diyarbakır Namık Kemal Lisesi’nden arkadaşım. Ferman ile tanışmamız bir arkadaşımızın doğum günü kutlamasında olmuştu. Parti demiyorum çünkü okulda boş bir sınıfta kutlamıştık ve ben de okula pasta sokulması yasak olduğu için onları içeriye sızdıran kişiydim, buradan Mehmed Şükrü’ye selamlar. 🙂 Aslında Ferman’ı bunun öncesinde de okulda aldığı ödüllerden biliyordum. Okulun dergisinde görmüştüm. Yazdığı şiirleri ve düzyazıları okumuştum. Ferman’ın edebiyata olan yeteneği kadar sinemaya olan yeteneğini de hem senaryosunu hem de yönetmenliği yaptığı filmlerle görme şansını yakalıyoruz.
Yusuf ARAF: Merhaba Ferman. Öncelikle beni kırmayıp davetimi kabul ettiğin teşekkür ederim. Ben, az biraz lise döneminden ve seni tanıdığım süreçten bahsettim ama senin de bilmeyenler için kendinden bahsetmeni isterim. Ne dersin?
Ferman NARİN: Öncelikle bu güzel sohbetin oluşmasına katkıda bulunduğun için teşekkür ediyorum. Giriş kısmında belirttiğin lise dönemi yıllarımı bu kadar iyi bilmen, senin de döneminin alfa karakterlerinden biri olduğun gerçeğini ortaya çıkarıyor. Çünkü sen devamlı aktif olan edebiyat, şiir ve sanata yönelmeyi tercih eden insanların ortak arkadaşı noktasındaydın. Seninle tanışma hikayemiz tam da öyleydi, evet. Şunu söylersem abartı kaçmayacaktır: Sen lisenin legal kaçakçısıydın. 🙂 Yakında yeni bir film çekecek olursam bir karakterin adı “Yusuf” olacak ve o sen olabilirsin, dikkat et derim.
Ben Ferman Narin, 1995 yılında Diyarbakır’ın Bağlar ilçesinde dünyaya geldim. İlkokul ve ortaokul öğrenimimi Vali Ünal Erkan İlköğretim Okulu’nda gördüm. Liseyi Namık Kemal Lisesi’nde okudum. Lisedeyken senin de iyi bildiğin gibi okul kollarında faaliyet yürütüyordum. Sinema ile ilk yakınlaşmam, burada başladı. Münazara yarışmalarının ara kısmına denk gelecek şekilde telefonum ile çektiğim kısa filmlerden sonra 2016 yılında Mersin Üniversitesi Radyo Televizyon ve Sinema Bölümü’nü okumaya hak kazandım. Bölüme geldikten sonraki Ferman çok daha başkaydı. Çünkü bu işe merak salarak başlayan Ferman, ilk defa profesyonel anlamda set ekipmanlarını görüyordu. Bu ekipmanları gördükten sonra sinema merakı daha da gelişmişti. Yani ‘’Ferman Narin, özünde Bağlar’ın ara sokaklarında çektiği basit kısa filmlerin heyecanını hâlâ atamamış bir sinemacı adayıdır.’’ diyebilirim.
Yusuf ARAF: Ben seni yazdığın şiirler, yazılar ve kazandığın derecelerle bildim. Edebiyat ile arandaki bağ, yazınsal olarak hâlâ devam ediyor mu? Çünkü senaryo yazıyorsun ve bir hikâyeyi yakalayıp onu çözümleyip izleyiciye aktarmayı iyi biliyorsun. Özellikle şiir ile arandaki ilişki ne durumda?
Ferman NARİN: Lise dönemimde çok şiir yazdım. Sanırsam şiir, bir şeylerden kaçış için bir sığınaktı benim için. Şöyle, ben lise yıllarımı ‘yalnızlığı had safhada yaşadığım dönem’ diye tanımlıyorum çünkü yaşanılan dönemin politik kaos ortamında bizler henüz çocuktuk. Gördüklerimiz, hissettiklerimiz, bize gösterilenler, bizi bize yabancı kılan yegâne şeylerdi. Yani şu an zihnime bir implant yerleştirip anılarımı görebilsen, şayet inanıyorum ki devamlı içerisinde bensiz anılarla dolu acıklı hikayeler göreceksindir. İşte bu yüzden “şiir” benim tek göz odalı sığınağımdı diyebilirim. E tabi daha sonrasında yaş ilerledikçe duyguların, zevklerin kısaca yaşam perspektifin de değişiyor. Üniversiteye hazırlandığım dönemde şiire bayağı ara vermiştim. Ara ara dönüp karalamaya çalıştığım şiiri ikinci plana atışım, ben fark etmeden karşılıklı bir nefreti de doğurmuştu aslında ve ben bunun sonucunda bir daha şiir yazamadım. Bunun nedeni de şiir yazmanın sizden devamlı ilgi istediği ve alt olmayacak derecede öneme sahip olduğu gerçeğiydi. Daha sonrasında üniversite yıllarında çekeceğim filmlerin senaryosunun yazımı konusunda kendimi geliştirmeye çalıştıkça, edebiyat, bu anlamda yeni bir yol arkadaşı oldu diyebilirim. Özellikle bunu bende tetikleyen güç ise kesinlikle sinema olmuştur. Yani sinemasal evrenin içerisinde yaratacağın özgün senaryonun yolu, buradan geçiyor. Hikâye oluşturma kısmında ise genellikle yerelden besleniyorum. Çünkü ben kendi ülkemin insanını çok daha iyi tanıyorum ve bu karakterler aracılığıyla yansıtacağım o dili, kültürü, rengi ancak böyle verebileceğime inanıyorum. Sonuç olarak; “En kişisel olanın, en yaratıcı olduğuna inanıyorum.’’ Filmlerimdeki karakterlerin çoğu ile yaşamamın bir noktasında temas halinde oldum. Onları tanıdım ve ancak böyle karar alma pozisyonuna gidip sinemaya taşıma cesaretinde bulundum. Benim filmlerimde müziğin de çok önemli bir yeri vardır. Özellikle senaryo yazım aşamasında oluşturacağım karakterlere özgün müzikler bulup o karakterleri müziğin vurucu gücü ile belirli bir forma sokabiliyorum. ‘’Senaryo aşamasındayken dinlediğim müzikler ve ses efektleri, ortaya çıkan üç filmimin kesiştiği ortak noktadır.’’ diyebilirim.
Yusuf ARAF: Biz lisedeyken yaptığımız ilk dinletiyi hatırlıyorum. Videolarını da hâlâ saklarım. Sıradan bir dinleti olmasın diye orada farklı bir karaktere bürünmüş ve konferans salonundaki mikrofonu elinde tutarak dinleti boyunca öyle kalmıştın. Düz baktığımız bir meseleyi farklılaştırmıştın. Şüphesiz bu sinemada da çok etkili bir durum. İzleyicinin ne istediğini bilmek, yönlendirmek nasıl bir duygu?
Ferman NARİN: Ben özellikle değişen dijital süreç ile birlikte elimden geldiğince alışıla gelmiş durumlara farklı bir bakış açısıyla bakabilmeye çalışıyorum. Dinletinin olduğu günde bu konuda seninle ortak bir karara varıp yapmıştık gösteriyi. İlk temel taşlarını o dönemde atıp şu an bir sinema mezunu olarak da üniversite yıllarımı farklı türde filmler çekmeye çalışarak devam ettim. İlk filmim olan SOYKA, ‘psikolojik gerilim, dram’ türündeydi, daha sonrasından çektiğim PİRABOK, ‘korku, fantastik, gerilim’ türündeydi. Son filmim olan ŞEKER GIDA ise ‘kara komedi’ türündeydi. Yani mantığım şuydu: ‘’Ben şu an bir öğrenciysem elimden gelen her şeyi bu kısıtlı süre içinde denemeliyim.’’ Bu fikirle birlikte yola çıktığım zaman sinema öğrencilerinin genel olarak yaptığı veya yapmadığı durumları göz önüne almaya başladım. YouTube hesabımda görmüşsündür, Pirabok’un 40 dakikalık kamera arkası belgeselini yayınladım. Bu da getirmeye çalıştığım farklılıklardan biriydi. Bunu yapmamın temel nedenlerinden biri de şuydu. Bu bölüme ilk geldiğimde ben de “Ne yapacağım?” “Bu iş nasıl yürür?” gibi sorular sorardım. Bu tarz sorulara cevap olabilsin diye ve bizden sonra gelecek öğrencilere, onlara çok yakın olan yaşadıklarını yaşayan biri olarak “Bu film böyle çekilir.” olayını doğal olarak belgelemeye çalıştım diyebilirim.
Özellikle şu konuya değinmek istiyorum. Filmin prodüksiyon masraflarını karşılamak için gittiğiniz yerlere ‘kısa film’ dediğiniz zaman, sizi basit bir iş yapıyor gibi görüyorlar. Bu konuda farklı olma yoluna gidip sektörden tanıdığım insanlarla iletişime geçip ‘’Uzun metraj filmlerin sunum dosyaları nasıl olur?’’ gibi örnek taslaklar rica etmeye başladım. Aldığım geri dönütlerden sonra ise işin profesyonelliğine uyacak şekilde karşı tarafa bu işin titiz ve güçlü olduğunu hissettirecek bir modelde ‘kısa film sunum dosyaları’ hazırlamaya başladım. Oyunculuk teklifi götürdüğüm insanlar, daha önce çalıştıkları setlerde gördüğü ilgisiz tavırları görmesinler diye işin sosyal medya kısmına da el atma gereği duydum. Çünkü biliyorsun, bu dünya artık bir görsel imaj dünyası. Ben de bunun ağırlığını bilerek bir olan yükümü beşe çıkarıp bu azimle çalışmayı tercih ediyorum. Konu, bizi çok güzel bir yere sürüklüyor zaten. Az önce bahsettiğim tüm bu olanları bildikten sonra gelişen teknolojik devrim sonrası modern seyircinin isteklerini de bu doğrultuda zaten yakalayabiliyorsun. Bu, ağızdan çıktığı gibi basit olmuyor ama en azından gelişen dijital platformları ve sosyal medyayı takip ettiğin ölçüde bu konu hakkında az çok fikir sahibi olabiliyorsun. Yani ‘’24 fps’ler Z kuşağı ile birlikte 120 fps’lere çıkabilir mi?’’ gibi soruları sorabilmek bile bu konuda önemli.
Yusuf ARAF: Yönetmenlik ve senaryonun yanında çok da iyi bir kurgucusun. Bunu zaten lisedeyken çekip kurguladığın videoları izlerken fark ediyorduk. CEHMAN filminde kurgu, ses ve afiş bölümünde, İTALYA’DA YAĞMUR filminde de kurguda imzan var. Biraz bu iki filmin serüveninden bahseder misin?
Ferman NARİN: Ben bölümle ilk tanıştığımda ‘kurgucu’ olacağım demiştim. E tabi kurguya yoğunlaştıktan sonra Türkiye’de hâlâ gereken önemin verilmediği ses departmanında da kendimi geliştirmeye çalıştım. Tüm bunlar birbiriyle müthiş bir uyum içinde çalıştığında, bu özellikler yönetmenlik için sizi güçlendiren yegâne özellikler olmaya başlıyor. Bir yönetmenin aynı zamanda kurgucu olması, setin daha hızlı akmasına yardımcı olabilir. Kötü tarafları hiç mi yoktur? Vardır elbette. Ama iyi bir yönetmen, artı ve eksili durumlar arasındaki dengeyi iyi gözlemleyip bu konuda aldığı kritik kararların güçlülüğüyle ortaya çıkar. İşte tüm bu süreçten sonra ‘Cehman’ filmiyle ilk defa bir kısa film kurgusu yapıyor olacaktım. Filmin yönetmeni ve diğer ekip üyeleri kurgucu olduğumu biliyorlardı fakat ben daha öncesinden hiç Adobe sürümü olan bir program kullanmadım. Ama yönetmenin güvenini kırmamak adına bu iş için gecemi gündüzüme katıp çalıştım. Ritim aralığının yoğun olduğu ve ses dizayn açısından beni çok zorlayan bu film sonucunda, bizler, beşincisi düzenlenen ‘‘ALTIN KOZA FİLM FESTİVALİ’’ nde ”En iyi deneysel film ödülü” nü aldık. Bu ödülü aldıktan sonra ‘İtalya’da Yağmur‘ için öz güvenim daha da güçlüydü diyebilirim. Bu iki projenin de ortak çıktısı şu olmalı: Yönetmen-kurgucu uyumu, filmi gerçekten çok daha farklı bir noktaya taşıyabilir. İşte ben de bu iki filmde bu sürece şahit oldum.
Yusuf ARAF: İlk filmin Soyka (2018) ile önemli festivallerde finalist oldun. Filmin kamera arkasını izlediğim zaman çekimlerin cidden hem eğlenceli hem de zor geçtiğini fark ettim. Gece çekimleri var ve biliyorsun ki gündüze oranla daha çok sorun yaratıyor bu. Nasıl geçti bu süreç? Bize ‘Soyka’ dan bahseder misin?
Ferman NARİN: ‘’SOYKA’’, yönetmenlik deneyimimi keşfettiğim ilk kısa filmimdi. Sana az önce anlattıklarımın hepsini biriktirip kullanabileceğim ilk fırsatımdı ve bunların çoğunu da gerçekleştirmeye çalıştım. Özellikle ilk defa profesyonel set ekipmanları ile sahaya çıkıyordum ve tüm bunların içerisinde oyuncu yönetimi, karakterler ve diğer set çalışanları ile diyalog geliştirme sürecini de burada deneyimledim. Bu anlamda ‘’SOYKA’’, benim ilk kısa film atölyemdi diyebilirim. Bilirsin ilk kısa filminin iyi olmasını istiyorsan güçlü bir ekibe de sahip olman gerekiyor. Bu ekiple yaptığın toplantılardan sonra ortaya çıkan mevcut durum, zaten filmin kaderini belirliyor. Siz kendi ekibinize yeterli motivasyonu verdikten sonra ekip dayanışmasının ortaya çıkardığı güçle herkes departmanının hakkını vererek sağa sola koşturmaya başlıyor. Bu koşuşturmaların ardından prodüksiyon gibi çok önemli bir durumu kavrıyorsunuz. Çünkü elinizde yeterli miktarda sponsor görüşmelerinden kalan para yoksa, iş, gönül meselesine dönüyor. Ve bu da biz kısa filmciler için çok önemli bir nokta. Soyka filmiyle çekim yaptığımız sanayi bölgesi, başrol oyuncusunu evi, set içi araçlar ve daha birçok alternatifi bu filmde öğrendim. Filmi çektikten sonra gösterime çıktığımız gün, seyirciler tarafından çok güzel geri dönüşler almıştım. Evet, ilk kısa film ile ortaya çıkan bilgi birikimim, sizi bir sonraki filme taşıyor. Ama şunu söylemeden edemeyeceğim, ilk çektiğiniz filmin yeri sizde bir başka oluyor. 🙂 Buraya duygusal bir fon müziği koyabilirsiniz çünkü şu an ağlıyor gibiyim.
Ferman NARİN: Film sürecinden şöyle bahsedebilirim. Öncelikle ‘Pirabok’, 2019 yılında çekildi. Post prodüksiyon işlemleriyle birlikte 2020’nin Ocak ayı, filmin resmi çıkış tarihiydi. Soruya gelecek olursak, ‘Pirabok’ tan önce elimde birkaç senaryo taslağı vardı ama ilginçtir ki ekipçe, var olan taslaklar üzerinden gitme taraftarı olmuyorduk. Her ne kadar türler arası deneme yapma isteği devamlı canlı halde bulunsa da aklımda daima bir korku filmi yapma isteği vardı. Bunu cesurca söyleyemememin nedenlerinden biri de şuydu. Daha önce korku filmi çekmiş birçok meslektaşımın korku filmine gereken önemi vermeyip tamamladığı filmlerin seyirci karşısında ciddi derecede kötü eleştirilere maruz kaldığı gerçeğiydi. Bu işin teknik kısmının zorluğundan bahsetmeyeceğim bile…
Bir gün tüm bu düşünceleri kafamdan silip danışmanımız Prof. Dr. Gürhan Topçu’ya annemle başımdan geçen ‘Pirabok’ hikayesini anlatma kararı aldım. Hikâyenin yaşandığı yer; Silvan, Kulp, Lice üçgeninde kalan bir mezra bölgesi. Ben annemle köye üzüm bağları için gelmiştim ve yaklaşık 2-3 gündür buradaydık ve sabahtan akşama kadar tarlada bir çalışma saatimiz vardı. Bir gün akşama doğru evin yolunu tuttuğumuz sırada, 90’lı yıllardaki çatışmalardan dolayı yıkılmış evimizin önünden geçerken bir ses duyduğumu fark ettim. Bu ses, beni çağırıyordu. Daha sonra durdum ve anneme dönüp: ‘’Anne bir ses duydum. Bana ismimle hitap ediyor.’’ dedim. Annem ise ‘’Sakın arkana bakma.’’ deyip elimi sıkıca tuttuktan sonra hızlıca evin yolunu tuttuk. Eve geldiğimizde beni karşısına alıp beni çağıran kişinin PİRABOK olduğunu söyledi ve eğer o sırada arkama dönüp onunla göz teması kursaydım beni alabileceğini söyledi. Yusuf, bir de şöyle düşünelim. Evet, belki yaramazlık yapmamam için anlatılmış bir korku hikayesi olabilir ama annemin bu olaya inanması, çocuk olarak seni o yaşta müthiş etkiliyor. İşte bu müthiş etkilenmenin sonucunda hikâyeyi dinleyen danışmanım etkilendi ve bunun üzerine gitmemiz gerektiğini söyledi.
Bu konu hakkında edinilen kaynakların dışında bölge halkı ile konuşmaya başladık. Çünkü var olan Pirabok tasvirlerini ortaya çıkarıp ortak bir çerçevede ele alıp bu şekilde bir yaratım sürecine gidebileceğimi düşünüyordum. Tüm bunların sonucunda artık elimde ince elenmiş bir senaryo ile sahaya çıkmanın vakti gelmişti. Yaklaşık 20 kişilik bir ekiple Mersin’in Kuskan Köyü’nde filmin çekimlerine başladık. Rakım olarak yüksekte olduğumuz için seti kar yağışından dolayı erteleyebiliyorduk. Üstelik çekim için gideceğimiz eve geldiğimizde, evi koruyan köpekler çocuk oyuncularımıza saldırınca o evi iptal etme kararı aldık. Ayrıldıktan sonra o bölgede elektriği olmayan evlere mecbur kaldık. Köylülerin yardımıyla elde ettiğimiz jeneratörleri getirdikten sonra çekimlerimizi bitirdiğimiz gün aracımız kaza yaptı ve biz ciddi bir borcun altına girdik. Bunları farklı bir maksatla söylemiyorum, sadece var olan set anılarını anlatıyorum.
Neyse, sonuç olarak post prodüksiyon aşamasında da yaklaşık 1 ay harcayarak bu filmi bitirdim ve gösterim gününü bekledik. Gösterime çıktığımız gün, teknik yetersizlikten dolayı ses kuşağını seyirci iyi duymayacaktı bu bizim için çok kötü bir durumdu ama işin güzel tarafı film bittikten sonra kopan alkış ve jüri ekiplerinin bizlere dönüp ‘’İyi ki varsınız.’’ demesi ve okul tarihindeki ilk ciddi kısa korku filmi olması özelliği de o gün için bizim ek motivasyon olmuştu. Yani şunu çok açık bilmemiz lazım; sinema, tamamen kolektif bir şekilde yapılacaksa bütün ekip üyeleri var olduğu departmanın hakkını vermeli ancak böyle bir film tam anlamıyla iyi bir filme yaklaşabilir.
Yusuf ARAF: Şimdi de ‘Şeker Gıda’ ile festivallerdesiniz. Filmi izleme şansı buldum. Gerçekten filmde es geçilemeyecek ciddi mesajlar var. Özellikle perakende alışverişi benimsemiş bir toplumun gözlemini çok iyi yaptığını söylemeliyim. ‘Şeker Gıda’ nın da gelişim sürecini merak ediyorum açıkçası. Nasıl gelişti senaryo ve film?
Ferman NARİN: ‘Şeker Gıda’yı Pirabok’un post prodüksiyon işlemlerini tamamladıktan sonra taslak haline getirmeye başlamıştım. Şunu açıkça söylemek istiyorum. Pirabok filmi sürecinde yaşadığım senaryo yazım ve teknik sıkıntıların gölgesinden biraz da olsun kurtulmuş bir Ferman NARİN vardı artık. Çünkü bir gelişim evresiyle beraber, ilk filminizi yaptıktan sonra bir süreç başlıyor, siz bu süreçte kendinize dışarıdan bakabilmeyi ve öz eleştiri kavramını geliştirebildiğinizde çekeceğiniz her filmin üstüne katarak ilerlediğiniz gerçeğini de açıkça görüyorsunuz. Ben de bununla birlikte okulda ciddi bir algı yaratmıştım. Çünkü SOYKA ve PİRABOK filmlerinden sonra gelecek film, kesinlikle kötü olmamalıydı. Bu anlayışla bu dönem çekeceğim film türleri arasında aksiyon vardı. Bu aksiyon senaryosunu geliştirebilmek adına çalışmalar yapıyordum.
Bu çalışmalar devam ederken bir gün “Mehmet Ali Çayıroğlu” cinayetini duydum. Bu cinayetteki şahıs, kurbanlarından çaldığı hayvanların etlerini ucuza satan bir market sahibiydi. Yıllarca bu cinayeti işlerken sırf sattığı etlerin ucuzluğuna gıcık olan komşu kasapların şikayetiyle cinayetlerinin ortaya çıktığı bu seri katilin hikayesi bana çok trajikomik gelmişti ve ben bu cinayeti de var olan aksiyonun içine katabilme fikrini geliştirdikten sonra bunu bir aksiyon filmi değil de kara-komedi türünde kurmaca kısa film haline getirilmesi kararını aldım. Bu ana iskelet oluştuktan sonra ekipçe senaryo tartışmaları yürütüp hazır hale getirdik. Ben bu senaryoyu ilk oluşturduğum sırada başrol oyuncusu için “Tolga Manyer” i düşünerek yazmıştım. Kendisi de bu senaryoyu okuduğunda beğenmişti ve direkt olarak kabul etmişti. Güçlü oyuncu kadromuz oluşmaya başladığında ilk tanışma yemeğinden sonra 1 aylık bir prova almıştık. Bu provalar bittikten sonra, sahaya çıkacak ekipler belli olmaya başladı. Özellikle ben set ekibine birinci ve ikinci sınıflardan arkadaşları da dahil etmeye çalıştım. Üniversiteye geldikten sonra set ile temas halinde olmaları ne kadar hızlı gelişirse, bu, onlar için o kadar iyi olacaktı. Sonuç olarak ilk başladığım andan son anına kadar korktuğum ve üzerine titrediğim bu film, güçlü bir ekip dayanışmasıyla birlikte çok daha güçlü bir konum elde etmiş oldu. Öğrenci filmlerinde pek alışık olunmayan sinematografisi güçlü, kamera hareketlerinin konu bütünlüğü içerisinde oluşu, aksiyon sahnesi ile tehlikeyi göze almak ve cesur müzikler kullanma inisiyatifi alabildiğimiz bu film; seyirciden güzel tepkilerle döndü inanıyorum dönmeye de daha çok devam edecek.
Yusuf ARAF: Filmlerin yanı sıra filmler kadar izleyince keyif veren kamera arkası görüntüleri de var. Özellikle PİRABOK filminin kamera arkasında ciddi bir ekip çalışmasına şahit oluyoruz. Zor şartlar altında çıkarılan harikulade bir iş diyebilirim. Herkesin bir işin ucundan tutması, hava şartlarının ve konaklama sıkıntıları sizi daha da motive etmiş olmalı. Kamera arkaları genelde çok keyifli geçtiği kadar zorlayıcı da olabiliyor. Bunu belgesel çekimlerinden yaşadığımdan çok iyi biliyorum. Biraz da bu konuda konuşmak istiyorum seninle. Bu konudaki deneyimlerini paylaşır mısın?
Ferman NARİN: Bu soruya daha farklı, kısa ve öz bir şekilde cevap vermek istiyorum. Eminim ki bütün meslektaşlarımız bizim kamera arkasında yaşadığımız sıkıntıların aynısını veya daha fazlasını yaşıyordur. Benim buna dair söyleyebileceğim anılarım, kamera arkasında izlediklerinizdir zaten ve buna ek olarak o an sette zihin dünyamda var olanlardır. Bu yüzden saha gerçekliği ile zihnimde yarattığım sinemasal dünya sayesinde baş edebiliyorum. Kamera arkası görüntülerinin ortaya çıkardığı fikir, bence şu olmalı: Evet bir araya gelmiş yirmiye yakın kişi ve bu kişilerin bu yapılacak işten maddi olarak hiçbir çıkarının olmaması ve buna rağmen bu ekip dayanışmasını gösterip 9 gün boyunca derme çatma bir evde kalıp sofrasında ve yattığı yerde zehirli akrebi görmesine rağmen o fedakâr ruhu terk etmeyişi, sinemanın yarattığı büyülü etkinin ta kendisidir. Ekip olarak biri temsil ettiğiniz gerçeğini fark ederseniz eğer, filmler böylelikle sinemaya daha çok yaklaşıp başarıya ulaşabilir olacaktır.
Yusuf ARAF: Bir izleyici olarak senden yeni ve yine hiç şüphesiz çok güzel olacağına inandığım projeler bekliyorum. Var mı yeni projeler?
Ferman Narin: Evet var ama şu an filmlerimin festival süreci ile ilgilendiğim için bu projeleri ancak seneye yapabileceğimi düşünüyorum. Aslında böyle olması, senaryonun fermantasyon süreci anlamında çok daha sağlıklı olacaktır. Beni heyecanlandıran noktalarından biri de şu; yaşadığım yere – Diyarbakır’a – gelip burada güzel sinema projeleri üzerine yoğunlaşmak istiyorum. Bu yüzden özellikle bu coğrafyada türsel olarak denenmeyen farklı işlere imza atmak istiyorum. Bunun için çok çalışıyorum ve daha da çalışmam gerektiğinin farkındayım. Şartlar el verirse burada ‘bilim kurgu’ türünde bir film denemeye çalışacağım. Bilim kurgu türünün zor olduğunu biliyorum ama bu zorluluğu görüp en azından bu yolculukta deneyimleyeceğim şeyler üzerine bir çıkarım yapmak istiyorum. Bunun dışında taslak halinde olan kurgusu doğrusal bir şekilde ilerlemeyen bir aksiyon filmi düşüncem de var. Tabi tüm bunların altı kesinlikle boş olmayacak cinsten olması lazım, bunun için de tekrardan güçlü bir ekip kurup bu ekiple kuracağım iletişimi güçlendirip bu şekilde sahaya hazır bir şekilde çıkmam lazım. Tüm bunların dışında güçlü ve bir o kadar olumsuz etken haline gelen pandemi sürecinde mezun olmuş bir sinemacı olarak, bu süreçte maddi olanakları sağlayacak yollar keşfedip bunu kendi zihin dünyamı işgal etmeyecek hâle getirmem lazım. Teşekkür ediyorum.
Yusuf ARAF: Bu güzel sohbet için çok teşekkür ederim sevgili Ferman. Yeni projelerinde ve katedeceğin bu güzel yolda başarılarının devamını bekliyoruz.
Ferman NARİN: Güzel dileklerin ve bu güzel sohbetin oluşmasına olanak sağladığın için çok teşekkür ediyorum. En kısa zamanda tekrardan görüşmek dileğiyle.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!
Şimdiki nesil çok farklı geliyor ve bu mutlu ediyor. Ferman düşünebilmeyi öğrenmiş biri. Eksiklerini iyi analiz edip işinde en iyisini yapmaya çalışıyor. Bir idolu vardır illaki ama kendi tarzını yaratmaya çalışıyor. Sinemadan pek anlamam ama iyi izleyiciyim. Sponsor bulursa çok daha iyi olacağına inanıyorum. Selamlar…