Deniz’e
” Açlık, karaciğerdeki glikojen miktarı belirli bir seviyenin altına düştüğünde hissedilen ve genellikle beraberinde yeme arzusu da getiren his veya duruma verilen isimdir. Bu his, hipotalamustan kaynaklanır ve karaciğerdeki reseptörler aracılığıyla salınır. ”
Ve o çılgın, o iki kolunu açmış orkestra şefi elindeki ince çubuğuyla gösterir onu; işte o zaman tüm enstrümanların sesini bastıran trompet sesini duyarım, sadece ve sadece.
Güzel günlerim oldu benim, yeşil ovalardan akan ırmakların kenarında çiçek topladım ve terli sevgilimin memeleri arasında uyudum. Onlar ki, koşuşturmacalar ve kaoslardan dönünce ana yurduma, feromonlarla karşıladılar beni, zılgıt çaldı dişillik, yediveren çiçek döktü.
Gocuklu, kalın gocuklu, sosyal dengeli biri olmalı dedim, elinde bir poşet ile çıkageldi. Belediyeler, ne düşünceli burada! Çöp kutuları el değmeden açılıyor. Tam orada yukardan düşen bir yağmur damlası değil, bir parça ekmek dedim. Kavradım poşeti, atmadan kaptım. Adam ürktü, veren el alan elle buluştu bir çöp kutusunun yanında. Baktı bana, ‘’Sen?’’ dedi. ‘’Evet ben? Ben senin ekolojik nişimin, korkma, seni yazmaya geldim.’’ Aldım yırttım poşeti. İçine girdim şeylerin.
Bir aslan, bir ceylanı parçalıyordu Serengeti Deltası’nda. Çakallar aslanın hemen arkasında, akbabalar ise gökyüzünde. Çakalların arkasında türlü leş yiyici. Ve en arkada ayrıştırıcılar.
Eskiden bir çocukluktuk, şimdi bir ayrıştırıcısızlık yaşıyoruz. Ne güzeldi çocukluk, kar yağardı on beş tatillerde ve kardan adamlar gibi güzeldik, ben platonik sevgilimi takip ederdim, köyde karda izler sürerdim, minik ayak izleri… Kısa sürerdi adamlık, erirdim onu görünce.
‘’Şefim’’ dedim, ‘’Yeter, sustur şu gerzek sesi! Bak bu kadarı bekliyor boş yere. Artık açalım virtüözün kutusunu. ‘’
Bir düğünde halaydaydım. Marla da halayda el ele tutmuşlardan biriydi. Halayın başını bir eşek çekiyordu. Kulakları düşmüş üzgün ve yorgundu. Herkes eğlenirken bütün yük niye ondaydı? Eşeğe sarılıp ağladım – Torino atı vari – sonra halayın en başına ben geçtim. Eşeğin hemen yanına. Heyecanlıydım. İşte o sırada bir çukur; derin, dipsiz, karanlık… Düşecekken, çarptım Marla’nın sevgi ve şefkat dolu bakışlarına. Çekti kurtardı beni, gülümsedi. O da bu halaydaydı. Elimi tutan ellerin birinde tutuluydu o da.
Ne pis kokuyormuş alt katlar. Leş yiyiciler de bilir, bir girdaptır hayat. Kalktım. Eninde sonunda buldu kaslarıma pompalanan kan, tıpkı poşeti parçalayan istenç gibi, gücü. Yürüdüm. Ne kötü sokak bu. Bir çukur, dizime kadar lağım suyu… Düştüğüm yere koyduğun bu çukur niye? Bir çukur, dizime kadar lağım suyu… Bir köpek yüzümü kokladı ve uyandım geceye. Ne soğuk bu şehrin geceleri. Yıldızlar da yok gökyüzünde. Üzerimdeki çulun içinde bir kıpırtı. Baktım, bir fare dişleriyle kemiriyor çulu. Tekmeledim ve sövdüm.
Bir ejderin zehirli ısırığıyla gücü tükenen mandanın sırtını didikleyen leşçil kuşun sabırsızlığı. Ve yanında sabırla bekleyen ejderin çemkirmesi. En kutsal yazgı. Bu acı kutsanış, Komodo Adası’nda yazıldı. Sonra takip ettim köpeği. Terk edilmiş bir kulübeye geldi. Başka köpekler de vardı. Hava biraz sıcak diye burada, yatacak yer buldum çulumun altında. Ya yatacak yerin yoksa? O zaman sürgünden dönemez insan, kendinin bile çok uzağında kayıptır, asla dönemeyeceği labirentlerin içinde ararken kendini, bir tekrara düşmüştür adına yaşamak denilen. Rüyalar, masallar ve mitoslardan uyanmıştır. Kara bulutlar kafasında, o ise sahiplerinin etrafında dolanıp durmaktadır.
Köpekler de sadıktır yazgısına; iri dişleri, uzun dilleri ve ağlayan kızarmış gözleri vardır onların. Uyuyup düş göremez köpekler, ölü insanlar gibi. Yatacak yerin yoksa, en az bir sahibin vardır ve yatacak yerin yoksa gece uzar, süner, inceldiği yerden kopmaz hiç, zordur bilene. Uzatmaları maç süresinden daha da uzun olan bir müsabakada, yenilginin bilincinde birisindir. Gayret edersin sahiplerinin istediği gibi, ‘’Ha gayret, olacak.’’ derler, ‘’Çok iyisin.’’ Sadık köpekler doğar doğmaz severler sahiplerini, hiç tereddüt etmezler. İyi işitseler de iyi koklasalar da geceyi, ses etmezler, uyuyup düş görmek isterler fakat uyuyup düş göremez köpekler, kendi sanrılarında bir görevde uzayıp giden bir törende aşılmak bilinmeyen bir mertebededirler. En iyisi uyuyup düş görmektir, yatacak yerin varsa ve henüz görebiliyorsan.
Sabah oldu ve şefin elindeki çubuk, ne kadar parlakmış. Gözler kamaşık, karın gurultusu ve ağız kokusu. Senfonik harikalar diyarı. Bu antik tiyatro, hayvan icadı. Akustik bozuntu. Kokla, dille, elle, kap, parçala! Tüm köpekler, hep beraber sizi alkışlıyoruz.
Bir gün doğduk, bir gün ilkokul okuduk. Bir gün orta okul. Bir gün lise. Bir gün üniversite. Bir gün yolda, denizde, kafede, tatilde, işte, arkadaşlarla. Yer ile gök arasında, yer metal, gök plastik. Tam altı gün geçti ve yedinci güne girdik.Tanrı, zar attı.
Bir ekmek fırınının önü, ciğercinin önündeki kedi olabilir mi? Ciğer yerdik geceleri. Orada o güzel kentin asi öğrencileriydik. O zaman geceleri ciğer yiyen öğrenciler olabilir, ciğercinin önündeki kedi. Ya ekmek kokusu? Ekmek kokusu, anne sütü veren memeyi görmesidir bebeğin. En derin, en ıstıraplı yer işte burası… Trampet şovu. Bir lokma ekmek. Yok. En iyisi istemek mi acaba? Çöpe gelen sosyal dengeli insanlar da gelmiyor. Varsa yoksa çocuk bezi, ambalaj atıkları, pet şişeler… Sevmedim bu besteyi.
Bir kebapçının önü, şenlik, karnaval alanı; o kokuyu hatırlarım. Baş döndürücü. Döşüne döşüne düşesim gelir, ya da dudaklarındaki kumsalda denize dalmak. Saçlarının raksında dans eden mest olmuş. Çok takip ettim kokuyu, döndüklerinde başka yüzler. Dünya, şapkanın içi. Isırdığım dilim kanadı. Bulduğum bir dürüm ekmeğin titreyen elimde yok olması… Hokkabazlık çok da zor değil. Ekmek koy, acı çıkar şapkadan, anladım şimdi, bir hokkabaz şapkaya koydu beni ve henüz çıkarmadı.
Cıvıl cıvıl kuş sesleri ve çocuklar parkta, anneler babalar… Ve şükreden yaşlılar, ne huzurlu. On dört gündür buradayım ve her gün geçiyorum buradan. Uzakta kal. Korkutma töreyi. Gitme vaktim de geldi.
Bir yumrukla devrilmek ve bir tekmenin yüzüme inmesi: Öküz başlı antilopların kafa tokuşturması. Bu kavga, ekmek kavgası. Aslanın ağzında olan değil, çöp kutusunun yanında. Yüzüme yediğim yumruk, kaptırılan ekmek. Zorlu iş. Sersemlemiştim ve bitmek üzereyken yeniden mücadeleye girdim, o sansarın boğazına yapışıp boğuştum. Birbirimizi boğmak üzereydik ve bıraktık. Nefeslerimiz kesildi sonra derin derin solumaya çalışırken doğruldum. Saçılmış ekmeklerin birini kaptım, kaçtım.
Şefim artık bu sokaklar, bu sesi kaldırmıyor, susturun orkestrayı! İşte, şuradaki kasalardan birinde eşyalarım. Artık vakti geldi, mağaramın dışına çıkmanın. Pek acı oldu bu sefer de haykırışlarım.
Anahtarım cebimde, cüzdanımı ve kıyafetlerimi aldım, giyindim oradaki bir tuvalette. Çıktım mağaramdan, ilk uçakla ve firt class tarifeyle.
-Arındım yine. Başka arınmalarda görüşmek üzere!
Kadeh kaldırdım üzerine kir çökmüş kente: Elli beşinci kattaki evimde, yıkanırken jakuzimde.
Mehmet Dönmez
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!