Fincanını masanın üzerindeki kahve lekesine denk getirerek koymuştu. Böylece leke, artık görünmeyecekti. Kahvesine kattığı krema kapsülünü elinde çevirmeye başladı. Alüminyumdan yapıldığı için oluşan kırışıklıkları, tırnak uçlarını sürterek düzeltmeye koyulmuştu. Eline bulaşan artan kremayı yalayarak kahvesinden bir yudum daha aldı. Bir an evvel hazırlanıp çıkmalıydı. Bu ayazda durağa kadar yürüyüp metroya binmek, yol boyunca ergenlerin gitar eşliğinde söyledikleri şarkıları dinlemek, tanımadığı insanlarla hiç istemeden göz göze gelmek ve ayrıca havanın soğuk olması… Havanın soğuk olduğunu en başında düşünmüştü. Yolculuğu yaklaşık kırk dakika sürecekti. Kırk uzun dakika boyunca kapalı bir yerde bir sürü yabancıyla yan yana olacaktı. Tükenmek bilmeyen kırk tane altmış saniye! Güzel bir vazgeçme nedeni olabilirdi. Evet, bu bahanenin üzerine giderse gönül rahatlığıyla cayabilirdi. Hem rüyasında gördüğü bir kitabın peşinden de koşmasına ne gerek vardı… Her düşün peşinde koşsaydı evin yolunu bulamazdı. “Keşke koşsaydım da bulamasaydım.” diye düşündü. Kendini bildi bileli zihninden geçen her fikre karşı bir antitez üreten bilinç halinden usanmıştı. Hangisinin aklına ilk gelen olduğu, hangisinin kalbinin sesi ya da akıl oyunu olduğunu algılamak zordu.
Dışarısı çoşku dolu bir ırmak gibi hızla akmaya devam ederken, her günü dört duvarın arasında gördüğü rüyaların anlamını çözmeye çalışarak geçiyordu. Artık yeter diye çığlık çığlığa bağırmak isterken “Hava çok soğuk, metronun içinde grip virüsleri cirit atıyorlardır.” diye fısıldayan bir çatlaktan bünyesine sızmaya çalışan iştahının yollarını kapattı. Daha önce hiç bu kadar gerçekçi bir rüya görmediği için bunun salt bir düşten öte bir görü, bir sır, belki de bir işaret olduğunu varsaymak istiyordu. O kitapla birlikte belki de aletheia*ya ulaşacaktı. Ya bu kitap, kadim bir bilim insanının günlüğü ise ya da evrenin tüm sırlarını bilmediği bir dilde anlatıyorsa… Veyahut zamanda yolculuğun mümkün olduğunu tüm detaylarıyla açıklıyorsa… Karın boşluğunda kabaran bir heyecan dalgasıyla gülümserken, arkasından esen soğuk hava ile irkildi. Zihninden geçen bu saçma olasılık silsilesini yaratmış olmaktan duyduğu utanç, sırtını ürpertmişti.
Rüyasında dokunduğu kitabın pürüzlü kapağını hala parmak uçlarında duyumsuyordu. Kitabı bir yorgan gibi saran deri cildin soğukluğu tüylerini diken diken yapmaya yeterken, güneş ışığının sızamadığı koyu yeşil orman yeşili rengindeki kapak, gözlerinin içinden bir sis bulutu gibi ağır aksak süzülmeye devam ediyordu. Kitabın adının kabartmalı harflerle yazıldığı altın varaklar yer yer soyulmuştu, bilmediği bir dilin alfabesiyle yazılıydı. Aşina olmadığı harflerin her biri, yüksek duvarlarla korunan taş bir kale gibi hiddetini tüm cömertliğiyle yansıtıyordu.
Kızılay’daki kitapçıları ve sahafları teker teker gezip rüyasında gördüğü kitabı anlatacaktı. “Yeşil ciltli, tanımadığı bir dilin harfleriyle bezenmiş. Dokunsam tanırım.” mı diyecekti? Boş versene! Hem dışarısı buz gibiydi. İnsanlar yabancıydı, onlardan zarar görebilirdi. Kirlenip leş gibi olması için kimsenin dokunmasına gerek yoktu. Sadece bakmaları, hatta gözlerini onun üzerinde gezdirmeleri bile yeterliydi. Üstelik kitabın yazıldığı dili de bilmiyordu. Kitaba ulaşsa bile sadece dokunarak sırra hemhal olamazdı ya…
Dört duvar, güvenliydi. Konfor alanından çıkmamalıydı. Dışarısı soğuktu.
*AGORA PHOBUS: “Agorafobi” teşhisi 1871’de kalabalık insanların bulunduğu mekanlarda bulunmaktan korkan hastalar için kullanılmış bir terimdir. Latince’de “agora” alışveriş yapılan pazar yeri, “phobus” ise korku anlamına gelmektedir.
**Aletheia: Antik Yunan felsefesinde “hakikat” anlamına gelir.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!