Taş duvarların soğuttuğu odamda dışarıdan gelen davul zurna gümbürtüsünün arasına karışan silah seslerini duyuyorum. Yatağımın kenarında oturmuş, ürkek bir ceylandan farksızım; titremem, heyecanım, öfkem, merakım dinmiyor, ilahi bir güçten bir anda yok olmayı diliyorum. Neresi olursa olsun fark etmez, başka bir coğrafya, başka bir kıta veya ölüp gitmek. Arkamı döndüğüm kapının açılmaması için, içeri girecek o kişiyi görmemek için bir bacağımı vermeye hazırım. Kimse buna inanmaz belki ama gerçekten bunu gözümü kırpmadan yapabilirim. Yeter ki o kapı açılmasın. Çaresizliğim beyhude, çocukluğumun kaldıramayacağı bir yükün altında ezileceğim biraz sonra ve beni bu zulümden gelinliğimin beyaz saflığı bile kurtaramayacak. Avucumdaki kâğıdı sıkıyorum, sıkıyorum, sıkıyorum… Eriyip aksın, yok olsun diye. Ağladım, ağlayacağım.
Altı kardeşiz ve ben en büyükleriyim. Tenim, bu çorak toprakları yakıp kavuran güneşin değdiği her ten kadar esmer. Diğer tüm çocuklara nazaran uzun bir boyum ve yüzümde elmas gibi parıldayan masmavi gözlerim var. Kısacası, diğer tüm çocuklar gibi güzelim. Coğrafyanın bir hediyesi. Doğduğumdan beri bu küçük köydeyim, hiç başka bir yere gitmedik. Başka yerlerden gelenler oldu ama babamın ve annemin kökleri bu topraklara yüzyıllardır bağlı olduğundan, belki biraz da burayı diğer insanlardan daha fazla sevmelerinden ötürü ayrılmadık hiç. Bana böyle söylendi en azından, başka sebepleri varsa da bilmiyorum. Bildiğim, burada gözümü açtığım ve burada kapayacak olduğum. Coğrafyanın bir hediyesi daha.
Bu küçücük köyün neredeyse tamamı, akrabam. Amcalarım, dayılarım, onların eşleri, çocukları, teyzemin kocası, onun abisi, onun dayısının oğlu derken, neredeyse köy bizim. Birkaç ev var tabii ki kan bağımızın olmadığı ama onlar da artık akraba kadar yakın bize. Hem kan bağı dediğin nedir ki? Mecburi bir unvan ve unvanın getirdiği saygı, biraz da göstermek zorunda kaldığın zoraki sevgi. Gene de iyi tarafları yok değil. Kan bağı sayesinde senin yardımına koşacak, kötü gününde yanında olacak bir dünya insan. Mecburiyetten bile olsa böyle bir insan topluluğu tarafından korunduğunu bilmek insana bir güven veriyor. Hele çocuksan…
Başka şehirlerde, özellikle de büyük şehirlerde çocuklar nasıl çocukluk geçiriyorlar bilmiyorum ama benim çok güzel bir çocukluğum oldu. Hiç yalnız kalmadım. Yalnız kalmak da istemedim. Hoş, istesem de kalamayacaktım. Ben doğduktan sonra her yıl düzenli olarak artan ev nüfusu sayesinde evimiz gitgide küçüldü. Kardeşlerime kavuşmamın verdiği heyecan, bu küçülmeyi göz ardı etmemi sağladı. Sadece bizim evimiz küçülmüyordu elbette, diğer tüm evler de ufalıyor, köyümüzün yüz ölçümü aynı kalsa da sayımız sürekli artıyordu. Ölenler doğanlara yer açmakta çok yavaştı.
Ağlamayacağım. Kendime söz veriyorum oturduğum yerde. Hareket etmek istemiyorum; eğer yerimden kalkarsam bir şeylerin akışını değiştireceğimden korkuyor, her şeyin daha da kötü olacağını düşünüyorum. Aklıma hiç olumlu şeyler gelmiyor. Temmuz ortasında kar yağdırabilecek bir talihsizliğe sahip olduğumu çok geç anladım. İki yıl önce anlasaydım ne yapardım onu da bilmiyorum. Silah sesleri azaldı şimdi. Belli ki herkes masasına geçip içmeye devam ediyor. Herkes mutlu. Birkaçı mutluluktan ağlıyor hatta. Çocuklar çoğu şeyin farkında değil. Ben de o yaşta farkında değildim çok şeyin.
Okuldan çıktıktan sonra tarlaya gidip tüm akrabalarımızla beraber aileme yardım eder, akşamları da evin tek kız çocuğu olarak anneme destek olurdum. Öğreniyordum her şeyi, annem gibi tarlada çalışmayı, okumayı, insanları tanımayı, yemek yapmayı. Annemi görüyordum, onu örnek alıyordum. Gerçi diğer tüm anneler de annem gibiydi, pek farkları yoktu. Onların bir kopyası olacağıma emindim ve bu durum beni çok fazla üzmüyordu, ki üzülmenin ne demek olduğunu tam olarak öğrenmemiştim. Çünkü bir şeyi elde etmeye çalışıp bunu başaramamış değildim, annemin yanına kıvrıldığım yer yatağında kurduğum düşler hep mutlu sonla bitiyordu; çocuk aklım ve yaşım, göreceklerimin teminatı yaşadığım günler bana çok üzülecek bir hayat sunmuyordu. Ta ki üçüncü sene sınıfımıza gelen Hüseyin’le tanışana kadar. O günün akşamı, babam yakın bir şehirden geldiklerini dudaklarını buruşturup alnındaki çizgileri kalınlaştırana kadar kaşlarını yukarı kaldırarak akşam çayını içerken söylemişti. “Neden böyle bir yere gelmişler ki? Şehir bırakılıp da burada ne yapılır Allah aşkına!” Ben de şaşırmış, az da olsa sadece bu köyden gidildiğini, buraya gelinmeyeceğini bildiğim için şaşırmıştım. Sırf bu sebepten bile tuhaf bir aile olabileceklerini söylemişti babam bana. “O çirkin çocuğa da fazla yanaşma.” diyerek uyarmıştı. Annemin onu eleştiren bakışlarını – sadece onu yapabilirdi – görünce, “Zaten gidecek, yarın öbür gün.” diyerek kestirip atmıştı konuyu. Kim gidecekti, nereye gidecekti anlamamıştım.
Abim yoktu ama sanki abimmiş gibi beni koruyan, kollayan, her şeyden öte iyi bir arkadaşım olan, beraber oyunlar oynadığımız, yaramazlık yaptığımız, benden dört yaş büyük amcamın oğlu Mustafa’nın önderliğinde okuldaki tüm erkek akrabalarımızın ve komşularımızın çocukları tarafından bir koruma kalkanıyla sarıldığımda, babamın haklı olabileceğini düşünmeye başlamıştım. Diğer kızlardan uzun olan boyum ve erken gelişmeye başlayan vücudum göze çarpmaya başlıyor, aramızda birkaç yüz metre bile olsa, aynı dili konuşuyor bile olsak, aynı topraktan bile besleniyor olsak, yan köylerin çocuklarının bakışlarından, ilgisinden koruyorlardı beni. Mustafa, öyle demişti. Babamın, -benim- aslında tüm kız çocuklarının okula gitmesinin gereksiz olduğunu düşündüğünü ve ayrıca bazı yan köylerle süren düşmanlığımızı da Mustafa söylemişti, kimseye söylemeyeceğime dair söz verdirerek. Anlamıyordum babamın neden böyle düşündüğünü ama Mustafa’nın ağzından çıkan her sözü, istemsizce doğru ve anlaşılabilir buluyordum.
Güvenecek, sırtımı dayayabileceğim biri olsa keşke. Elimden tutup beni karanlık gökyüzünü delercesine bir hızla uçurup, masmavi denizlere bıraksa. Yeniden okula başladığım ilk güne dönsem. Hatırlayamadığım doğum günlerimi tekrar yaşasam. Uzakta, çirkin binaların göğü deldiği söylenen şehirlerde uyansam. Terimizi akıttığımız toprak beni içine çekse, bir daha hiç geri vermese. Pamuk gibi sarsa bedenimi.
O çirkin çocuk, – Hüseyin – köyümüzün ve sınıfımızın ortasına düştüğünde güneşten bir farkı yoktu; saçları, hatta kaşları bile sapsarı, gözleri yeşil, sürekli gülen yüzü çillerle kaplıydı. Haylaz bir çocuğa benziyordu iri gözleriyle etrafı süzerken, bir yandan da ürkek bir tarafı vardı sanki. En ufak bir gürültüde hemen geri çekilip kendini korumaya alıyor, tehlikeli bir şey olmadığını anlayınca normale dönüyordu. Arkadaşlarımın aksine, ben ona üzülüyordum. Bu köye, bu okula ait olmayan bir hali vardı ve nereden gelirse gelsin burası onun için bir düşüş olmalıydı.
Babamın söylediklerinin aksine onunla yakınlaşmak istedim, çünkü onun nereden geldiğini, niye geldiğini, buradan önceki hayatını merak ediyor, onu ders aralarında kimseye fark ettirmeden kaçamak bakışlarla süzüyordum. Mustafa’ya ve diğer akrabalarıma yakalanmadan onunla konuşmak, zor bir işti. Ama bu ürkek çocuk, benim ürkekliğimi görmüş ve ne yapmak istediğimi kısık bakışlarımdan anlamış olacak ki öğretmenin oturttuğu sıradan kalkıp yanıma geldi. “Buradan daha iyi görebiliyorum tahtayı.” diyerek de açıklama yapmıştı, meraklı gözlerle bakan tüm sınıfa. Böylesi daha mı iyiydi, bilmiyordum.
Cumartesi günü tarlada çalışmak veya ödev yapmak yoktu. Cumartesi, kutsaldı. Eğlence günüydü. Günü doyasıya yaşamak için erkenden kalkıp dışarı çıktım ve Mustafa’nın evinin önüne gidip, kardeşi Meryem’i çağırdım. Aynı sınıftaydık, yaşıttık ve onunla zaman geçirmeyi çok seviyordum. Meryem’i aldıktan sonra birkaç arkadaş daha çağırdık ve birbirimizin saçlarını çekip türküler okuyarak köyden olabildiğince uzak, daha toprağı eşilmemiş, tohum atılmamış düz arazilere doğru koştuk. Seviyordum o düzlüğü; köyümüz bir toplu iğne başı kadar küçülüyor, diğer tarafıysa dağların eteklerine kadar sonsuzluğa uzanıyordu. Köyümü böyle görmek içimi burkuyordu, denizin ortasında bir kum tanesi gibi zavallı duruyordu. Kocaman dünyanın bizden haberi olup olmadığını bilmiyordum. O kadar küçüktük ki, birilerinin üstümüze basıp bizi yok etmesi çok kolaydı. Diğer taraf ise umudumu yeşertmekten çok uzaktı. O sonsuz yolun sonunda beni cezbedecek hiçbir şey yoktu. Bilinmezdi. Tüm aydınlığına ve netliğine rağmen karanlıktı. Her şeye rağmen olduğum yeri, insanlarını, evlerini seviyordum. Başka yapacak bir şeyim yoktu. Tüm bunları düşünürken köyün erkek çocukları bir savaş kazanmışçasına naralar atarak, yere sürttükleri ayaklarından çıkan tozlarla birlikte olduğumuz yerin biraz yakınana kadar gelmişti. Onlar için de futbol saatiydi. Neredeyse köyün bütün çocukları oradaydık. Diğer köylerin çocukları da bu sonsuz boşluğun bir parçasını kendilerine alacaklar birazdan. Ve aklımda dönüp dolaşan yeni bir şey tüm heyecanımı oyuna vermemi engelliyordu: ‘’Hüseyin nerede acaba?’’
Pazartesi, okulun ilk günü Hüseyin sınıfa girdiğinde yanıma değil başka bir yere oturdu. Başı önde, omuzları çökmüş, büyük bir utanç içindeymişçesine kimseye bakmıyordu. Kimseye aldırmadan gözlerimi ona dikip uzun uzun baktım. Dudağının bir yanı şişmiş, elmacık kemikleri morarmış ve kaşında bir yara bandı vardı. Tüm bunları görünce, sınıfa neden topallayarak girdiğini de anladım.
Bunu kimin yaptığını anlamak zor değildi. Ufacık köyde, en ufak şey birkaç dakika içinde herkesin kulağına misafir olabiliyordu. Üstelik çat kapı! Akşam yemeğinde babamın okulun nasıl gittiğini sormasına şaşırmıştım, çünkü hiç sormazdı ve Mustafa’dan öğrendiğim üzere okula gitmemi de zaten istemiyordu. Şaşkınlığımı atar atmaz cevap verecektim ki aklıma Hüseyin ve babamın bana neden okulu sorduğuyla arasındaki bağlantı geldi. Babamın işiydi elbette, daha önce uyarmıştı ve çocuk gelip yanıma oturunca da dövmüştü onu. Yüzündeki pis ve umarsız gülümseme, iyice gözüme batar oldu. “Hüseyin dayak yemiş birinden. Yeni gelen çocuk var ya, o işte.” Ağzındaki lokmayı çiğnemeyi bıraktı bir an için, sonra hızlıca yuttu ve o çocukla ilgili bir şey sormadığını, okulumu sorduğunu, o çocukla ilgili bir şey duymak istemediğini söyledi yüksek bir sesle. Yüzünde öfke vardı. Yemeğimi hızlıca bitirip kalktım ve yatağıma girip başımı yastığımın altına sakladım. Annemin sesini duyabiliyordum bu sefer. Kızıyordu, söyleniyordu ama babam oralı bile değildi. Yine de o umursamaz sesini ne kadar alçaltmış olsa da onu duydum. Yine aynı şeyi söylemişti. “Bugün yarın gidecek zaten. Sen de biliyorsun bunu!”
O gece Hüseyin’in beyaz tenini esmer vücudumda, ellerimi onun sarı saçlarının arasında, yüzlerimizi yan yana, ellerimizi ter içinde birbirine değerken düşledim. Onunla buradan kaçıp evlenmeye karar verdim. Bu kurak toprakların içinde, yağmura muhtaç bir tohum düştü kalbime.
Ertesi gün çocukluğumun verdiği cesaretle, ders arasında sınıfta kimsenin olmadığı bir ânı yakalayıp Hüseyin’in defterini buldum ve en arka sayfasına titreyen ellerimle ilk hayalimi kâğıda döktüm:
‘’Benimle evlenir misin? – Zeynep’’
Heyecandan kalbim yerinden çıkacak gibiydi. Tüm gün yüzüne bile bakamadım Hüseyin’in, yazdığım şeyi görüp görmediğini bile bilmiyordum. Belki de bana öfke doluydu yediği dayak yüzünden, belki de göründüğü kadar ürkek bir çocuk değildi. Hiçbir şey bilmiyordum. Son ders zili çaldığında çantalarımızı topladık ve sınıftan tek sıra halinde çıkmaya hazırlanırken arkamdan bir el avucumun içine bir kâğıt parçası sıkıştırdı. Dönüp bakmadım bile, onun Hüseyin olduğunu biliyordum. Kalbimden yüzüme hatta kulaklarıma kadar sıcak bir şey aktı. İçimi karşı konulamaz bir cesaret kaplamıştı.
Artık her şey bitti. Kapı açıldı. Silah sesleri, savaş meydanını andırıyor. Onca insan, neyi kutluyor anlayamıyorum. İçimden bir parça öldü, ben öldüm, onu mu kutluyor herkes? Ölmemi bu kadar mı çok istiyorlardı? Yoksa kendileri gibi olmamı mı kutluyorlar? Avucumda “Evet” yazan kâğıdı sıkıca tutuyorum. Düz çizgili bir defter kâğıdı. Kurak toprakların dağların eteklerine kadar uzanan o yol gibi, dümdüz çizgili, tek sayfa. Gerisi, devamı yok. Belirsiz. Karanlık. Hayatımın aksine. Artık ne olacağını, ne olacağımı biliyorum. Yere bakan başımı, kalın parmaklarıyla çenemden tutup kaldırıyor Mustafa. Alnıma bir öpücük konduruyor. Sanki kocaman bir adam olmuş gibi geliyor gözüme. Tırnaklarım avucumdaki kâğıdı delip etime saplanıyor. Kan kaplıyor kâğıdı, eritiyor, kanayan yerimden içime girip kayboluyor.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!