Kışın ardından gelen o tatlı sıcağın etkisiyle, bütün kapılarını/pencerelerini açıyorum sessizliğimin. Şımarıyorum, beyaz çarşaflar seriyorum balkonuma. Birazdan çocuklar koşuşturacak çarşaflarımın arasında, çamurlu elleriyle kirletecekler rengini. Bir daha toplayacağım, söylene söylene yıkayacağım yeniden. Bir oyun oynayacağım kendi eksenimde, durmaksızın etrafında döneceğim gecemin; geceyi gündüze katıp bir başka meridyenden geçireceğim neşemi. Çiçekli perdelerimi yeni yıkadım, boyum yetmiyor asmaya. Boyumdan ötesine bir kedi masalı anlatıyorum; duvarlara parmak izlerimi sürüyorum. Kapıları/pencereleri açmışım, memleketin her bir yanından gelen papatya seslerine bırakıyorum tenimi. Papatyanın sesi mi olur diyeceksin? Elbette olur, bir adam şiir yazar, dile gelir papatya. O kadar dile gelir ki, metanet kokar sarışın polenleri. Memleketimin dağlarına bahar gelmiş ya bir defa. Rüzgâr, örgülü saçlarımın burgularına yerleşiyor. Eve aniden bir arı girecek olsa, iğnesini batırırsa ağrıma diye tedirginim. Fakat sen geliyorsun aklıma nasıl oluyorsa, bir memleket sesimden adını duyuyor, sokakları yıkıyor adımların. Bir gece yarısı uğramışsın kapıma, tutmuşum soğuğu ellerinden. Kilerimdeki soğanlar çürümeye başlamış, küçük meyve sinekleri yığılmış. Yumuşayan ve dökülen kabuklarıma -uykusuzluğuma- bir karantina bayrağı asılmış:
’’ Yaklaşmayın, ölümlüdür. ’’
Nefes alışlarını duyuyor gibiyim. Seninle nefes alıp veriyor doğa, ayaklarımın altından kayıyor yer, zelzele değil adı, yapay acılar yaratıyorum kaygı laboratuvarımda. Susmak iyi gelmiyor bana; her an tabulardan tabu beğenip kendime, yeni bir yıkıma hazırlıyorum ellerimde eğreti tuttuğum ömür kalanımı. Nedense doymuyorum kendi kanımı yutmaya, çiğnedikçe çiğniyorum. Dilimi, konuşmamaya eğitiyorum. Çünkü konuşmakla yol kat edemiyorum. Ev ben olmalıydım, panjurlarım olmalıydı sana kocaman gözlerle nasırsız bakabildiğim.
Biliyor musun, bir okul dolusu öğrencinin pamuklara sarıp beklettiği fasulye taneleri arasından yeşermeyen sadece benim fasulyemdi. Gecikmişti, uykuya dalmıştı, dinlenmek istiyordu herhalde. Fakat muhakkak yeşerecekti, çünkü tohumdu o. Yeşerince ekecektim, bir yaz günü fasulyelerini toplayıp çiğ çiğ yiyecektim. Çocuk aklımla fasulyemi tehdit etmenin onu mutlu edeceğini ve hemen büyüyeceğini düşünmüştüm. Birkaç ay geçti, yeşermedi. Nasılsa yeşerecek güveniyle unuttum her gün kavanoza koşmayı. Annem, o dönem yanmayan sobanın karanlık fırınına koymuş kavanozu, sonra hatırladık. Her nasılsa bir köşede bekleşen umudu, baktık yeşermiş fasulye tanesi, cenin gibi gövdesine kıvrıldığı yerden. Yumurta kartonuna azıcık toprakla ektik. Bir fasulyeye olabildiğinden daha fazla anlam yükleyip, öylece güvenmiştim fasulyeye. Bir de sen vardın, yeşermekten başka seçeneği olmayan bir tohumdan daha fazla güvendiğim.
Nasıl buyurmuştu Zerdüşt? O kadar çok şey buyurmuştu ki, aklımda onun ellerinde tuttuğu koca koca anahtarlar kalmış sadece diyordu ki…
‘’ Elimde anahtarlar var, paslı anahtarlar. En gıcırtılı kapıları dahi açabilirim. Açıldığında kapının kanatları, sesi acı bir ötüş gibi yankılanıyor uzun koridorlarda. ifrit gibi haykırıyor bu kuş, uyanmaya niyetsiz. Ama susması daha korkunç, daha yürek acıtıyor o sessizlik. Hele de o uğursuz sessizliğin ortasında bir başına kalınca. Zaman böyle geçiyor işte, sürünerek. Zaman diye bir şey kaldıysa tabi! ‘’
Bir başka ben yaratmak mümkün değil. Sesler duyuyorum odalardan, -her biri senin- senin güzünde birikmiş sesler. Ellerin soğuktu sanıyorum, sen ceplerine daldırmışsın ellerini. Bahar daha uğramamış ya memleketine, yahut saklandığın çocuk biraz sonbahar yapraklarıyla oynamak istemiş, bağdaş kurmuş oturmuş alnına. Kapılar kapalı, anahtarlar paspasın altında. Yağmur yağsa ne yapardım? Kar yağsa mesela şimdi, bir fırtına çıksa ellerimden kazara . Korkuyorum; ya çalarsam kapıyı, ya açmazsa kapılara kilit vuran yanın, ya evde yoksan!
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!