Ölüm her yeri kendi karanlığına boğarken, Tosoa’nın kana susamış taburları her kenti yakıp yıkıyordu. Mınkan, Nurdel ve Gumaryan çoktan düşmüştü. Çatap’ın soylu mitgerleri binlerce yıldır diyarları koruyordu. Ta ki Aftan’a kadar. Her on yılda bir yeniden başlayan savaşa bir metgir yetiştirememiş ve çok yaşlanmış olan Aftan’ın, henüz yaşı küçük olan oğlu Afatsu’yu şehirlerin şehri Daste’ye yollamaktan başka çaresi yoktu. Afatsu hazır değildi ama savaş davulları çoktan duyulacak kadar yakına gelmişti.
Çatlamış topraklar ve kurumuş çalıların arasından Çatap’ın tüm kuraklığını sürükleyip getirmiş gibiydi. Yorgunluk ve susuzluktan titreyen dudakları ile buraya gelene kadar avucunda sımsıkı tuttuğu her halinden belli pukaları parmağının ucu ile avucunun içinde sayıp iki tam ve iki yarım pukayı yaşlı adama uzattı. Adam pukaları sayıp kaşlarına kaldırdı önce, sonra dizine dayadığı bastonuna yüklenerek zor da olsa ayağa kalktı. Aslında delikanlının parası yeterli değildi ama sadece bir çeyrek puka için onu geri çevirmek istemedi. Afatsu ümitle yaşlı adamı izlerken, babasının, dedesinin ve hatta onun dedesinin mirası olan kemerin tokasını tuttu. Aynı kendi kemerinin tokasındaki uzun burunlu, boyunlu ve korkunç gözleri olan – çocukluğunda duyduğu masallardaki o uğursuz – kuş, yaşlı adamın bastonunda da vardı. Yaşlı adam bastonu havaya kaldırınca, kuşun gözleri parlamaya başladı. Sonra adam bastonu başının üzerinde iki eliyle tutunca iki adım ötesindeki dipsiz uçurumda asılı duran taşlar, hareket ettiler. Uçarcasına süzülerek bir yol gibi düzene giriverdi hepsi. Afatsu, nefesini topladı. Tam ileri atılmıştı ki yaşlı adam, bastonu ile önünü kesti:
‘’ Aftan oğlu Afatsu!
Yollar uzun ve sivri dağlar var
Mızraklı ağaçlar ve ayaksız atlar
Pukaların eksik ama açıldı işte taşlar
Bir damla su için nelerden vazgeçiyorsun? ’’
Çatap’ın, Fatsum’un üç yaşına denk zamandır topraklarına yağmur düşmemişti. Tarlalar kurumuş, ekinler çatlamamıştı. Hayvanlar bile ancak hayatta kalabilecek kadar beslenebiliyordu. Üstelik savaş kapıdaydı. Nelerden vazgeçebilirdi ki? Kemer, yaşlı babasından kalmıştı ona. Kehanet mi lanet mi kimse bilmiyordu ama Durmansir’in kuşu, Afatsu’ya kadar gelmişti ve kemer şimdi onun belindeydi. Derin bir nefes daha aldı Afatsu:
‘’ Yollar yüründü ve dağlar çorak
İnsanlar aç ve kapıda canavarlar
Çatap eriyor ama Daste orada
Kaybedeceğim bir şey kalmayacak yoksa! ”
İhtiyar, gülümsedi. Durmansir’in kehanetini bilmediği her halinden belliydi delikanlının. Çatap’ta kimsenin bildiğini de sanmıyordu aslında ama yine de eksik pukaya rağmen taşların izin vermesi de binlerce güneştir ilk defa oluyordu. Gülümsedi ve bastonunu kaldırıp geçmesine izin verdi. Delikanlı taşların üzerinde korkak birkaç adımdan sonra hızlanmaya ve uzaklaşıp küçülmeye başladığında ihtiyar avucundaki pukalara bakarak:
” Üç puka ama bir çeyrek eksik. Yol, sana izin verdi Afatsu. Yol, pukalarını da sana geri verecek. Eksik çeyrek bana borcun, üç puka ise hep seninle olacak cesur Aftan’ın oğlu! ”
Daha sonra mavi dilini damağında şaklatıp pukaların üzerine üfledi. Parlayan pukalar, toz olup Afatsu’nun arkasında uçuştular.
Boynundan ve terleyen ensesinden gelen soğuk esinti ile ürperen Afatsu, tedirgin bir adım daha atıp indi, havada asılı duran taş köprüden. Cebinde bir ağırlık hissedip korkarak elini cebine attığında, az evvel ihtiyara verdiği pukaları yeniden cebinde buldu. Şaşkınlık ve korku ile geriye döndüğünde, taş köprünün çoktan kaybolduğunu gördü. Babasının anlattığına göre; Daste’ye giden yolcuların haracı olan üç çeyrek pukayı, yol, isterse geri verirmiş. Şimdiye kadar geri alan duyulmasa ve eski hikayelerde bunun olduğu anlatılmasa da böyle bir ihtimalin varlığı ile biraz olsun rahatladı Afatsu. Üç pukası yeniden cebindeydi işte. Hemen yanındaki en büyük ağacın gölgesinde bir işaret belirleyip orayı kazdı Afatsu. Cebinden çıkardığı yarım pukalardan birini dişleri ile çeyrek pukaya düşürüp oraya gömdü. Bu, köprünün hakkıydı. Dönüşte parası bitse bile en azından borcunu ödeyecek kadarını ayırmış oldu böylece. Önünde uzanan mor yapraklı ağaçlarla kaplı ormana ve hemen yanı başında akan turkuaz rengindeki nehre baktı. O kadar berraktı ki içinde oynayan çipoları görebiliyordu. Sonra ayaklandı, uzun yol onu bekliyordu.
Kemerini belinden çıkarıp – tıpkı babasının anlattığı gibi – arkasını çevirdi ve biraz toprak ile üzerini ovup arkasında belirecek yazıyı beklemeye başladı.
“İlk çeyrek, güneşin en son dokunduğu kentte.”
Tam tepesindeki güneşe bakıp, güneşin ne tarafa doğru düşeceğini kestirmeye çalıştı Afatsu. Çok zordu, günün bu saatinde yabancısı olduğu bir diyarda bunu kestirmek. O yüzden hem biraz zaman geçirmek hem de serinlemek için ayaklarını suya soktu. Çipolar telaşla dağılırken bir kahkaha patlatıp bir yandan da kemerini yeniden beline doladı.
Güneş, altı defa geçti başının üzerinden, omuzları aynı güneş tarafından altı defa kavruldu ve ayaklarına tam altı defa vurdu. İki defa yağmur değdi ayaklarına, omuzları iki defa serinledi ve tam iki defa ıslandı kulaklarını örten mavi saçları Afatsu’nun. Ardına kadar açılan Daste’nin büyük demir kapısı, önüne geldi sonunda. Yerlere kadar eğilen vinyu ağaçlarının yaprakları, merdivenleri kaplıyor ve içinde ne çipo ne de bişnu yüzmeyen sahte ırmakların sesi, geri kalan tüm sesleri bastırıyordu. Yine yerlere kadar eğilerek, ayakları neredeyse boyundan büyük bir koşucu karşıladı Afatsu’yu:
”Daste topraklarına hoş geldin, yabancı.”
Ulak, sözünü bitirir bitirmez, vinyu yaprakları kıpırdanmaya başladı ve aslında her birinin gizlenmiş, mızraklarını fırlatmaya hazır askerler olduğu ortaya çıktı. Pelerinleri yaprakları mı andırıyordu yoksa bu muhafızlar yaprakları mı pelerin yapmıştı, anlamamıştı.
”Yabancı değilim ulak, Çataplı metgir Aftan’ın oğlu Afatsu’yum ben.”
Aftan’ın adı geçince askerler dizlerini ve mızraklarını yere vurarak saygıyla eğildiler. Tek ve gökleri yırtan bir sesle tekrar doğrulup, yeniden vinyu yapraklarının arasında kayboldular. Ulak, üç parmağını dudaklarına götürüp öptü, sonra kalbinin üzerinde birleştirip neredeyse Afatsu’nun ayaklarına kadar eğildi:
”Aftan oğlu Afatsu! Daste’ye, babanın ve atalarının topraklarına hoş geldin. Ulu bir kumandanın oğlu, Daste’ye her zaman bereket getirmiştir. Kralımız seni ya da ailenden birisini bekliyordu zaten. Cesur Aftan, bizi yalnız bırakmadı.”
Ulak, bir yandan içinden bu küçücük çocuğun Tosoa’nın askerlerine nasıl karşı koyacağını da merak ediyordu. Durmansir’in kemeri ve sihirli pukalar bile Tosoa’yı durdurmayacaktı galiba bu sefer.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!