Geçmişi hatırlamayı yerine göre ceza, yerine göre mükâfat sayarız. Övüneceğimiz ve abartarak anlatacağımız şeyler, zihnimizden hiç gitmesin isteriz. Ama acılar ve kötü tecrübeler, hem bugünü doğru şekilde yaşamamıza hem de yarını mantıklı biçimde planlamamıza en büyük engeldir. Peki ya bunlar olmasa? Yani zamanın ne başı ne de sonu olmasa bizler için? Hayal etmesi bile çok zor olan bu şeyi, iki saatliğine de olsa başarmak için karşılaşmanız gereken filmin adını şimdi veriyorum: “Arrival (Geliş)”
Konusu oldukça klişe fakat anlatım tekniği, bilim kurgu film ritüellerinin oldukça dışında. Belki de 2020’li yıllarda çokça türevleriyle karşılaşacağımız film, yer yer dram, yer yer de gerilim türlerine ortalık etmekten çekinmeyen, modernist bir çizgide ilerliyor. Aslında bilindik bir başlangıcı var. Uzaylılar dünyaya geliyor ve neden geldikleri, ne istedikleri temel sorunumuz oluyor. Bu kadar kaba ve uzaktan bir bakışla yuvarlayıp geçmek filme haksızlık olur tabi. Dünyanın on iki farklı yerine, on iki tane uzay aracı iniyor günün birinde. Uzay aracı diyorum çünkü yönetmen Denis Villeneuve’ün yaptığı esaslı dokunuşlardan bir tanesi tam da burada. İçerik dışında, görsel olarak iki temel farklılığa imzasını atmış. Birincisi, klasik ufoları kullanmamış (ne kullandığını söylemeyeceğim, posterde ipucu var), ikincisi uzaylılar hepimizin görsel hafızasındaki gibi tepesinde iki anteni bulunan, ufak boylu, çirkin suratlı yaratıklar değil. Alışılmışın dışında “hektapod”ları, yani yedi kolluları kullanmış Denis Villeneuve. Ve bu iki radikal tercih bile, filmin tansiyonunu belirlemekte ona ciddi avantaj sağlamış. Hem bilinmezlik hem de aykırılık, izleyicide çok yeni bir şeyle karşılaşma fikrini hemen doğuruyor ve film, daha başlangıç aşamasında sizi kolunuzdan tutup yakalıyor, bir daha da kolay kolay bırakmıyor.
Sonra hafif ürkütücü, izleyiciyi geren girizgah sona eriyor ve filmin alt zemini ve ince dokusuyla buluşuyorsunuz. Ana fikir önceden hesaplayamayacağınız şekilde iletişim becerisi ve kullanmakta olduğumuz dilin düşünme yapımıza olan etkileri üzerine odaklanıveriyor. Sapir-Whorf hipoteziyle karşılaşacağınızı ve bir anda uzayı ve uzaylıları unutup, dil, düşünme ve zaman kavramları üzerine kafa patlatacağınızı hiç ummuyorsunuz elbette. Seyirciye atılmış yumuşak bir tokat bu fakat etkisi ciddi ölçüde büyük.
Doğru anlatım için, filmden ufak bir bölüm sunmak istiyorum sizlere: “Uzaylıların konuştuğu dil, bizimkinden oldukça farklı. Dilleri seslerden çok, kavramları ifade ediyor. Doğrusal bir yazım biçimleri yok. Başlangıç ve sonu yok. Lineer biçimde ilerleyen bir görsel dilleri, alfabeleri olmadığından da düşünüş biçimleri bizimkinden farklı. Aynı anda pek çok şey düşünüp iki saniyeden kısa bir biçimde bunu tek bir görselle anlatabiliyorlar. Tek bir sembol, içinde upuzun bir cümleyi, düşünüşü barındırıyor. Bu da zaman kavramlarının olmadığını gösteriyor. Zamana bağlı olarak düşünmedikleri için de dilleri doğrusal değil. Aynı anda iki elle birden yazmaya başladığınızı düşünün, kelimelerinizin nerede biteceğini hesaplamanız gerekir. Ancak uzaylılar doğrusal olarak yazmadıklarından böyle bir sorunları da yok. Bu da demek oluyor ki, bu dili tam olarak öğrenen ve bu dilde düşünebilen birisi zaman kavramından da kurtulmuş oluyor.” İşte bu yüzden silahın adı zaman ve silah, uzaylıların dilini öğrenen Dr.Banks’in ellerine geçiyor. Yani bilindik bir kahramanlık, dünyayı kurtaran adam-kadın hikayesi ansızın çalıyor kapımızı.
Geleceği görebilme yeteneği elde eden Dr. Banks’in flashback ve flashforwardları ustalıkla irdelenmiş ve filme ekstradan bir de dram sosu ilave edilmiş. Tabi ki bu rolü en iyi üstlenebilecek kişi, Amy Adams’tan başkası değil. Açıkçası filmi izledikten sonra Amy Adams’ın peş peşe “Gece Hayvanları” ve “Sharp Objects” gibi yapımlarda neden tercih edildiğini daha iyi anladım. Son olarak “Penceredeki Kadın” romanının sinema uyarlamasında yer alacağı söyleniyor. Kitabı okumuş birisi olarak, o rol için de Amy Adams’ın biçilmiş kaftan olduğunu söylemek zor değil. Özellikle “Gölgeli bakış” dediğimiz sahneleri en iyi yansıtan kadın yüzlerinden birisi ona ait.
Son olarak, filme ait önemli bir olumsuzluğa değinmeden edemeyeceğim. Dünyada on iki farklı noktaya inen uzaylılarla iletişim kurmakta ısrarcı davranan ve hep barıştan yana olan tek tarafın Amerika ve savaş çanlarını en erken çalan ülkelerin Rusya ve Çin olması hayli düşündürücü. Hatta film bununla bile yetinmeyerek, Çin’i sakinleştiren kahraman olma rolünü bile Amerika’ya vermiş. Çok manidar ve aşırı subjektif buldum. Ve bence ilerdeki bilim kurgu filmlerin yapısını dahi etkileyebilecek başarıda, çok özgün bu filmin, Oscar ödül töreninde niçin tek bir heykelcikle yetindiğini fazlasıyla açıklıyor. Ne kadar iyi bir iş çıkartmış olursanız olun, izleyiciye dürüstlük ve samimiyeti geçiremediğiniz zaman, hikayeniz değer kaybediyor. Çünkü surata fazladan sürülen ufacık bir makyaj bile, altında kocaman bir yalan olduğunu hissettiriyor karşınızdakine. Bu defa bütün film baştan sona sorguya çekiliyor izleyici tarafından.
Olumsuzluğu da bir kenara koyup, Arrival’ı mutlaka izleyin diyorum ve altını hafiften çiziyorum. Denis Villeneuve’ün tarzı tuttu ve bunca emek boşuna değil. İyi seyirler.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!