1
Gökyüzü, maviliğini kara bir yazgıya teslim etmiş gibiydi. Bulutlar hallaç pamuğu gibi havaya saçılmış, irili ufaklı isler halinde asılı duruyordu. Ay ışığının ancak çatlaklarından sızabildiği yüksekçe bir kayaya vermişti sırtını. Aşağısı kaygan kum zerrelerinden, ufak çakıl taşlarından ibaret bir yokuştu. Bu yokuş ileride çalıların ardına gizlenmiş, belli bir vakitten sonra çağıltısı inlemeye dönüşen dereye kadar uzanıyordu. Kovası hala orada, devrik halde duruyordu. Koşuşturma sırasında dökülen su, ağız kısmında kara bir leke gibi duruyordu, kurumamıştı. Rüzgar hafifleyen kovayı bir sağa bir sola sallarken, o uzun süre yattığı yerden doğrulup baldırına kadar açılan etekliğini örtememişti. Buraya varıncaya dek, birkaç kez yuvarlanıp derenin başına kadar gelmişti. Yokuş boyunca tek bir dal bile olmadığından, ellerini kuma saplaya saplaya çıktı. Tırnaklarının içi kapkara olmuştu, toprakla doluydu. Etine baskı yapıp sızlatıyordu. Örgülerinin çoğu bozulmuştu, tokadan fırlayan birkaç tel ay ışığının rengini almış, parıldıyordu. Yazmasıyla üşüyen kulaklarını örtmek için uzandığında, eline birkaç dikenden başka bir şey gelmedi. Aynısından birkaçını daha, dizleri ve yaka kısmı yırtılmış entarisinin farklı yerlerinden topladı. Derenin çağıltısı, hıçkırıklarını boğuyordu. Dolgun dudaklarının kenarındaki yarıktan başlayıp, çenesine kadar uzanan solgun bir kan lekesi duruyordu. Ellerini kullanmadan sırtını tamamen kayanın yüzeyinde kaydırarak doğruldu. Adımlarını alabildiğine geniş atacaktı. Bacakları birbirine yaklaştıkça, kasıklarındaki sızı tekrardan uyanıyordu.
2
Tek göz kerpiç odanın içinde, gözleri sağ dizine astığı kehribar tespihe dalıp gitmişti. Elini, kasketten yeni kurtulduğu belli dağınık ve yağlı saçlarında hışırtıyla gezdirdi. Soba evin reisi gibi tam ortaya kurulmuş, boruları kıvrıla kıvrıla tavanın yarısını kaplıyordu. Ateş harlandıkça, talaşla beraber araya karışan çakıl taşları da fırlayıp sobanın sacdan gövdesini dövüyordu. Parmaklarını kenetleyip göz kapağını bastıra bastıra ovuşturdu. Başını önünden kaldırmadı. Sanki varlığını çok sonradan hatırlıyormuş gibi uzun aralıklarla çekiyordu tespihini. Uzun zamandır, gözlüklü dolaşanlara has bir uyuşukluk vardı gözlerinde. Karısı tam karşısında ağzına kadar talaşla dolu, şişkin, beton gibi bir minderin üzerinde oturuyordu. Normalde ufak tefek olan gövdesi, bu haliyle en az üç parmak uzun duruyordu erkeğinden. Ama Bekir’in sesindeki buyurganlık, aradaki fazlalıkları silip süpürdü.
-Giderken bir şey demedi mi sana, Yenge ben falancaya gidiyorum diye?
-Yok vallahi, bir şey demedi. Demir kovayı almış eline, Nereye gidiyorsun, dedim. Çaya, dedi. Tam, senin dönüş yolun. Sen gelince burnunu sürtersin diye laf etmedim.
Evet, tam dönüş yoluna denk düşüyordu. Yutkundu. Gözü bir ara tam tepesine denk düşen rahmetli ağabeyinin fotoğrafına kaydı. Kadın, Bekir’in dalgınlığından cesaret bularak:
-Eh ne de olsa emanet. Başında aslan gibi amcası olsa da babanın gölgesi, bir başka oluyor.
Dalgınlığı geçince, birkaç nefesten sonra unuttuğu tütününe uzandı. Yarısı, külden ibaretti. Parmaklarının ucuyla kavrayıp derin derin soluduktan sonra bakır tasın içinde ezdi. Gözleri yemyeşil bakıyordu. Bebeklerine taze yaprağın damarlarını andıran ince, ak çizgiler yayılmıştı. Teninin altında sırtını sıvazlayacak bir elin özlemiyle yanıp tutuşan buruk bir çocukluk çırpınıp duruyordu. Ama karısı gözlerine baktığında, derin bir uçurumun dibinde parıldayan yeşil üç beş çalı çırpıdan başka bir şey göremedi. Bunun erkeğin bir bakışının bile yettiği, alışıldık, tehditkâr anlardan biri olduğunu düşünerek sustu. Konuşurken girdiği gergin ritme uygun olarak hızla inip kalkan göğsü, yavaşladı. O sırada besbelli bir yumruğun tok bir sesle kapıyı dövdüğünü işittiler. Kadın kulaklarının ardından bağladığı örtüsünü çözüp, boynunu örttü. Yerinden fırlayan çocuğu geriye çekip kapıyı kendisi açtı.
-Bekir!
Adam, eşikte yarı baygın, göğsünü dövüp beddualar yağdıran karısının yanına koştu. On altısında bir kız çocuğu, tentenin altında yüzükoyun uzanmış yatıyordu. Odanın aydınlığı, doğrudan aç bir hayvanın hışmına uğramışçasına yırtılmış entarisinden görünen sırtına vuruyordu. Ağabeyinin kucağında defalarca öptüğü iki kürek kemiğinin tam ortasındaki beni görür görmez, tanıdı. Saçları darmadağındı, uçları toza bulanmış, tepesine çer çöp toplanmıştı. Bilekleri kıpkırmızıydı, bacakları çiziklerle doluydu. O akşam ahali Bekir’in evinden yükselen çığlıkla, perdenin ardında sessiz bir bekleyişe yöneldi. Ardından bahçe kapısına yönelip oradan orman yoluna sapan iki karaltı gördüler. Bazen gölgelerden iri olanı öne geçtiğinde, aradaki ip belirginleşiyor. Diğerinin, tahmini zor olmayan bir finale zoraki sürüklendiği anlaşılıyordu. Her evin duvarında illaki bir tane asılı olan kırmalının iki el sesi yankılandı. Cenazeye omuz veren herkes, Bekir’in suskunluğunu ve rahatlığını, namusunu temizlemiş bir erkeğin kendinden emin tavırları olarak yorumladı. Ama olayın sorumlularına dair hiçbir şey sormaması ve soruşturmak isteyenlere mani olmasının hikmetine kimse akıl erdiremedi. Aylar sonra dereye inen çocuklar çalı, çırpıya takılmış ak yazmayı, hayvan bağlamakta kullanılan bir sicim zannedip, iğrenerek suya attılar. Ama yanı başında Bekir’in aylardır arayıp da bulamadığı meşin kasketini tanımakta gecikmediler.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!