Abim kayboldu. Abimin kaybolduğu gün, kasabamızın merkezinde bulunan dört yolun adacığına belediyenin vinci bir heykel indirdi. Adı, Küre. 7-8 metrelik, siyah, kusursuz orantısıyla bir küptü bu heykel. Abimin adı Mutlu. Ama abim tanıdığım en çekilmez, huysuz ve bir o kadar da mutsuz adamdı. Bu konuda kasabada hayli ünlüydü. Küre geldi, abim kayboldu. Abim kayboldu ve kasabamız bir sanat eseri kazandı. Dediklerine göre dünya çapında bir heykeltıraş tarafından yapılmış ve kura sonucunda bu eserin sahibi ülkenin ufak ve önemsiz ayrıntısına, kasabamıza hediye edilmiş. Açılış konuşmasında belediye başkanın dediğine göre; bu onur, yüzlerce kasabanın, şehrin ve metropollerin arasından bize nail olduğu için kendimizi ne kadar şanslı görsek azmış. Bu heykel kasabamız için iyi bir tanıtım olacakmış. Sadece kasabamız için değil, zamanla ülkemiz için de bir simge haline dönüşecekmiş. Yerel gazeteler dışında ulusal ve uluslararası medyanın da yoğun ilgi gösterdiği açılış töreni, hayli kalabalıktı. Bayraklar, flamalar, marşlar ve şarkılarla tören alanı bir şölen yerine döndü. Fakat herkes bu ahenk karşısında yeterince etkilenmişe benzemiyordu. Anlam veremedikleri bir şey vardı. Adı Küre olan heykel, neden küp şeklindeydi? Ne yani dünya şehirleri sırf bu heykele sahip olabilmek için kuraya adlarını yazdırmış ve kazanmak için umutla sonuçları mı beklemişti? Bizim bundan neden haberimiz yoktu? Bu sanat mıydı? Sanat da ne ola ki?
Bu tip domuz homurtularını andıran memnuniyetsiz ifadelerin dışında hayli eğlenceli bir açılış töreniydi. En çok da çocuklar ve kadınlar eğlenmişti. Heykelin kasabamıza nail olmasından çok, ülkenin mühim şarkıcılarının verdiği konserlerle ilgileniyorlardı. Eğer bir kasabalıysanız komşu ziyaretleri, bayramlar, düğün ve belediyenin tertip ettiği törenler dışında eğlenmek için pek seçeneğiniz yoktur.
Abimi gören var mıydı? Sabah uyandığımdan beri kendisini göremedim, gören, duyan var mıydı? Şehre mi inmiştir? Abim şehre gitmez ki. Kasabadan ayrılmaz. Abim kayboldu ve ulusların gıpta ettiği bir heykele sahibiz. Güneşin altında siyah bir inci gibi parlayan, adı Küre olan, bir küp.
Abim kaybolduğu gece, kasaba derin uykusundan çığlık sesleriyle uyanmış. Kahvede herkes bunu konuşuyordu. Çığlıklar kasabamızın güney yakasını çevreleyen, kızıl geyiklerin, kurtların, ayıların ve nesli tükenmekte olan, koruma altındaki hayvanların yaşadığı ormandan geldiğini anlatıyorlardı. Fakat buna karşın çığlıkların daha yakından, kasabanın içinden geldiğini söyleyenler de vardı. Ciddiye alınmayan ise çığlıkların Küre’den geldiğini iddia eden azınlıktı. Ben hiçbir şey duymamıştım. Sabaha kadar balkonda sigara içip abimin bahçe kapısından girmesini bekledim. Fakat çığlık sessi duymamış, hatta olağan seslerin arasından sıyrılıp, ahengi bozacak tek bir kıpırtıya dahi şahit olmamıştım. Sıradanlığa o kadar teslim olmuştu ki gece, hiç durmadan çalışan şeker pancarı fabrikaları ve kasabamızdan geçen trenlerin mekanik sesleri de sanki toprağa aitmiş gibiydi. Birbirine sürtünüp çarpan demirin ve çeliğin sesi, bir kuşun, bir köpeğin, yağmurun, rüzgarın ve yaprakların çıkardığı sese benziyor, doğanın kendine has senfonisinden ayırt edilemiyordu. Ya da ben öyle bir dalgınlıkla beklemiş olmalıyım ki… Gece, olanlardan bihaber olduğumu kime söylesem şaşkın şaşkın yüzüme bakıyordu. Uykusu en ağır olanların ve sarhoşların derin uykuları bile yarıda kesilmişken, nasıl olur da hiçbir şey duymazdım? Kimse, anlam veremiyordu. Bazılarının benden şüphelendiğini bile sezdim. Aralarında konuşup, tedirgin gözlerle beni izliyorlardı. Peki, abim nerede? Çığlıkmış! Siz bana abimin nerde olduğunu söylesenize? Kahveden çıkıp Küre’nin yanına gittim. Dayadım kulağımı, abi orda mısın? Bu ahmaklar seni içine mi koydu yoksa? Ne istediler abi senden? Buradayım. Hadi bi çığlık daha at. Kanıtla, maruz kaldığın işkenceyi. Ormana mı gittin? Ormanda mısın? Yirmi yıldır gitmedin de şimdi mi gittin? Abim kayboldu. “Kayıp” kelimesi de kaybolursa nasıl anlatacağım derdimi? “ ” kelimesinin yerini dolduracak eş anlamlı kelimeleri nerden bulacağım? “Yitirdim” dersem olmaz, abimi bir mal gibi gösterecek. “ ” kelimesi yokken yazar ve şairler, eskisi gibi ustalıkla yazmaya devam edebilir mi peki? Yoksa ustalıkları, tam da “ ” kelimesinin fonetik ve anlam bakımından tam bir karşılığına denk gelen bir kelime bulacakları, hatta “ ” kelimesinin ön görülemeyen olaylar ve durumlar karşısında etkin bir anlatım için daha boyutlu bir kelime yaratabilecek düzeyde mi? İçlerinde bu huzursuzluğu taşıyan kaç kişi var? Belki de “ ” kelimesi, sadece benim lisanımdan uçup gider ve insanlığın geri kalanı için hiçbir etkisi olmaz. Abim gibi. Diğer insanların abileri kaybolmadığı gibi. Kelimeler abim gibi değil, durup dururken kaybolmazlar. Kelimeler unutulur, insanlar unutulmaz. İnsan ölür ve ölümün hafızasında kazınır. Sen ölmedin dimi abi? Ölme. Ölme çünkü şimdilik buna ihtiyacımız yok. Sen ihtiyacın olmayan şeyler için para harcamaz, çaba sarf etmezsin. Ne gerekiyorsa o. Yaşamın bile asgari düzeyde yaşandıkça bir anlamı olduğuna inanırsın. Söylemezsin ama anlarım ben. Ben anlarım abi. Çok çalışırsın. Bir tek çalışma konusunda aşırıya kaçarsın. Bu da senin çelişkin. Çelişkiler olmazsa neyin zevki kalır ki? Çalışmanın çoğulu yoktur kimsede ama sende vardır. Kasabanın en çalışkanı sensin. Senin heykelini dikmeleri gerekirdi meydana. Örnek insan. Ama huysuzsun be abi. Kimse umursamıyor seni. Bazen ben bile nefret ediyorum senden.
Akşama kadar ormanda dolandım. Hiçbir iz yoktu. Kasabayı taradım, yok. Abim kayboldu komiserim. Dünden beri ortalıkta yok. Kimse görmemiş. Kasabanın nerdeyse kullanılmayan ve bir köşeye atılmış gibi duran karakolun sinekli polisleri bile ilgisiz kaldı. Seni kimse umursamıyor abi. Kırk yıldır göt kadar kasabada ahbap edinemedin mi? Seni umursayacak kimse bulamadın mı? Adına telaşlanacak biriyle illaki kan bağın mı olması gerekiyor? Paranoyakça birkaç fikirle, insanların soğuk tavırlarının ardında ilgisizlikten çok, abimi tanımadıklarını bile düşünmedim değil. Elbette bu, mümkün değil. Burada doğduk. Burada büyüdük. Ben on yaşındayken yapılan ilkokul binasının bile boyası hala değişmedi. Yeniliğin yıkımı uğramadı bu kasabaya. Herkes değişmez bir kuralın içinde, tekrarın insanı körleştiren yan etkisinde uyuşmuş, yaşayıp gidiyor. Yüzler, burada birbirine akrabadır. Binalar, yollar, fabrikalar, levhalar, evler, tarlalar ve ormandaki hayvanların her biri burada akrabadır. Halit abi? Abim yok. Abimi gördün mü? Dünden beri haber alamadım. Habersiz bi yere gitmez be olum? Çıkar bi yerden. Meraklanma sen. Git eve. Haber alırsam ararım seni. Eyvallah abi.
Abim günlerdir kayıp. Bugün mezarlığa gittim. Kasabamızın dış dünyayla bağlantısını kuran tek yol, mezarlığın içinden geçiyor. Şehre gittiyse dönüşte karşılarım. Belki hesap sorarım. İnsan haber verir! Sana da hesap sorulmaz ki. Hemen celallenirsin. Dövmezsin ama dövmekten beter edersin. Öyle laflar edersin ki, kaşım yarılsa daha iyi. İnsanın içine oturuyor lafların. İnsan insana böyle laflar etmemeli. Biraz düşünmeli konuşurken. Biliyorum sen düşünürken ellerinle, kollarınla, kaslarınla düşünürsün. Kafanı yormazsın. Mezarlığa uğramışken annemle babamı da ziyaret ettim. Anne, baba… Abim kayboldu. Gördünüz mü buralarda? Arkadaşlarınıza sorun? Geceleri mezarınızdan çıkıp dolaşmıyor musunuz? Gören duyan biri vardır. Gerçi kör sağır gibi, yaşayanların ölülerinden medet ummak aptallık olur. Annem, babamın ardından, – on gün sonra – öldü. Babam, yasak olmasına rağmen kızıl geyik avına çıktı. Kasabaca tek kanun dışı eylemleri buydu. Babam, eksik kalır mı? İyi oldu ama. Kaç hektarlık ormanı sırf hayvanlar rahat rahat yaşasın diye koruma altına aldılar, siz huzur vermemek için ant içmiş gibi her hafta toplanıp ava çıktınız. Ava giden avlanır baba, duymadın mı? Babamı kızıl geyiğin boynuzlarıyla delik deşik edilmiş halde buldular. Ölümünden tam on gün sonra. Günlerce, gece gündüz aramışlardı üstelik. Ardına annem sanki intikam yeminleri etmiş gibi beddualar ederek babamın silahını kapıp kayıplara karıştı. Babamın öldüğü yerde, boynuz darbelerinden bir demet kanlı delikle bulundu. On yıl geçti üstünden. Artık geyikleri avlamaya kimse gitmiyor. Onların yaşama hakkı vardı anne. Öfkenin faturasını yanlış adrese açtın. Babam biraz akıllı olsaydı bunlar başımıza gelmezdi. Piç gibi bırakmazdınız bizi. Abim sizin yüzünüzden o çok sevdiği yalnızlığından uzak kaldı. Çadırını alır, ormana kaçar, günlerce gelmezdi. Abim, o zamanlar çok mutluydu anne. İnsan, ismine bu kadar mı yakışır… Yüzü gülerdi. Sırtüstü yatar ormanın sesini dinler, kendini her şeyden soyutlardı bir güzel. Sizin yüzünüzden. Sizin yüzünüzden bir daha ormana adımını atmadı. Kendini çalışmaya verdi. Ormandan kaçıp makine yağına buladı kendini. Tamirhanesinde yattı kalktı. Arabalardan başka bir şey düşünmez oldu. Şimdi de sanki hiç var olmamış gibi boşluğunu da alıp gitti. Neden bunca zaman bekledi de şimdi gitti? Doğdukları bahçeden, köklerinden koparak gidecek, yeni dünyalar keşfi için cesaret bulacak insanlar değiliz biz. Ben bile ne kadar nefret etsem de sustum, oturdum köşeme. Mezarlık ve ormanla kuşanmış bu yerde tek başıma ne yapmamı umuyor ki? Oldum olası midem bulanıyor şeker fabrikasının yaydığı kokudan zaten. İnsanı desen…
Abim, haftalardır kayıp. Kasaba, yas içinde. Nerdeyse her evin kapısından gözyaşı boşalıyor. Bir damar ağı gibi evleri birbirine bağlayan yollarda ilerleyip birleşiyor, sonra hep bir ağızdan ağıt yakıyorlar. Abimin koltuğunda uzanıp televizyon izliyorum. Bu kahırdan ölesiye bunaldım. Bir yas ne zaman biter? Bitmiyorsa bile sessizce halletsinler. Benim de abim gitti. Haftalardır yok. Sesimi çıkarıyor muyum? Abimin bir odası yok. Kendisi de yok. Gün boyu çalışıp salondaki bu koltukta sızardı. O uykuya daldığında ruhu sanki ağzından, burnundan, götünden ne kadar deliği varsa oradan sızıp atölyeye çekilirdi. Cansız gövdesi koltukta sineklenir, ruhu yarım kalmış işleri tamamlamaya koyulurdu. Sabah olduğunda, karga bokunu yemeden ruhu yuvasına çekilir, mesaisini abimin etten ve kemikten tarafına devrederdi. Asla işi yarım bırakıp gidecek biri değildi. O, bozuk arabaların yardım çığlıklarını duyan, dertlerine derman olmaya çalışan dünyadaki tek elçiydi. Koltuğunda uyuyup, ruhumun kasabayı kaldığım yerden araması için deliklerimden sızmasını isterdim. Ama geceyi işkence çadırına çeviren, bitmek tükenmek bilmeyen ağıtlar yüzünden uyumak bir yana, adam akıllı düşünmeme bile engel oluyor. İnsanlar ölür. Bunda abartacak ne var anlamıyorum. Biri çıkıp da demiyor ki ‘’Neden çocuklarımız ölüyor?‘’ Tek bildikleri, yas tutmak.
Abim haftalardır kayıp. Kasaba mezar kazmakta. Çoğunun mezarlıkta ayırtılmış yerleri dahi yok. Yer kalmadığı için de kavgaya tutuşuyorlar. Kimse, çocukları için mezarlıkta yer ayırtmaz. Kimse inanmaz çocukların öleceğine. Onlar ölümsüz gibidir. Ama en savunmasız mahluk da onlar. Geyik yavrularına bakın, nasıl da tetikte hepsi. Onlar ölümle ikizdir, birlikte doğar ve beraber büyürler. Ölümleri de bu yüzden gayet doğal karşılanır. Bir hafta önce sekiz yaşlarında bir kız çocuğu kendisini okulun damından aşağıya, arkadaşlarının üzerine attı. Parçaları ve kanı, arkadaşlarının üzerine bulaştı. O çocuklar, eve kan lekesi ve kuşkuyla döndü. Sekiz yaşındaki bir çocuk, neden intihar eder? Kimse sormadı. Sormaya zamanları da yoktu zaten. Kuşkuları bir hastalık gibi salgına dönüşmüş olmalı ki çok geçmeden her evden bir ağıt yükselmeye başladı. Çocuklar, bütün tedbirlere rağmen teker teker intihar etmeye başladı. Görünmez bir ırmağın akıntısına kapılıp gittiler. İyi de oldu, burada kasvetli bir sıkıntının ömrünü sürmektense… Yas tutmaktan başka yapacak bir şey yok sanki! Hayvan gibi böğürüp, zorluklar karşısında bi köşeye sinmekten başka yeteneğiniz yok mu? Soru sormak bilginin kendisidir ne de olsa. O alışkanlık yok ki sizde. Tek başına bir cevap, ne kadar yatıştırır telaşınızı? Önce soru sormanın bilgisine sahip olmak lazım gelir. İnsan neden soru sorar, onu bile bilmezsiniz siz. Merakın huzursuzluğundan ve yoksunluk hissinden de acizsiniz. Giderilince diğer bütün kazanımların ötesinde, bir boşalmayla çıkılan zevkin mertebesine varamadınız ki hiç! Soru sormayı bırakın, meraktan yoksun gövdeniz sanki hurafeyi din bellemiş topraklara yerleşik kılınmış, kayıtsızlığın huzuruyla yaşamayı görev edinmişsiniz. Öyle ki bu kayıtsızlığın karşısında doğa sanki kudurmuş, dehşet içerisinde kalacağınız, mantıklı bir açıklaması olmayan, neden ve sonuç ilişkisi içinde değerlendirilemeyecek derecede korkunç tepkilerle dikkat çekmeye çalışıyor. Siz görmezden geldikçe, doğa öfkeyle öğütüyor hayatla olan bağımızı. Sanki biri çıkıp yüksek sesle “Neden?!” diye bağıracak olsa, “Ey ahali, neden çocuklarımız ölüyor?” diye soracak olsa, her şey eskisi gibi olacak, yaşanan onca kabus unutulup gidecek, ölenler dirilip yaşamlarına devam edecek, iyi ve kötünün tahterevallisinde sallanmaya devam edecektik. Ama kimseden ses çıkmıyor. Sokaklar, umutlarını yitirmiş et yığınlarıyla dolu. Ağıt tutmaktan kısılsa da sesleri, alıp verdikleri nefesle sürdürüyorlar yası. Kan çanağına dönmüş yüzleriyle acınası haldeler. Adına önce Allah’ın emri dediler. Sonra aralarından birkaçı, Küre’nin şeytanın işi olduğunu, hatta ta kendisi olduğunu söyledi. Abimin sebepsiz ve sonuçsuz kalan kayboluşunu da kanıt göstererek, heykel geldikten sonra kasabada huzurun kalmadığını ileri sürdüler. Birkaç kişiden fazla olmayan bu azınlığın iddiaları, giderek büyüdü ve bütün kasabalının hemfikir olduğu bir iddia haline geldi. El birliğiyle Küre’yi yerinden söküp atmaya çalıştılar, başaramadılar. 7-8 metrelik dökme demirden oluşan Küre, bir santim bile yerinden oynamadı. Gerekli mercilere dilekçeler yazıldı. Bizzat belediye başkanı, başkentin yolunu mesken belledi. Telefonlar, küfür ve sitemlerle çaldı. Emir, kesinmiş abi. Küre kalacakmış. Oh olsun! Senin için kimse telaşlanmadı. Şimdi dövünüp dursunlar bakalım. Hükümet, kesin bir kararla Küre’nin kalacağını emretti. Yayın yasağı yürürlükte üstelik. Televizyon kanallarında kasabada olanlar hakkında tek bir haber yok. Küre’ye zarar gelmemesi için bi tabur asker ve sokaklarda devriye gezen bir o kadar zırhlı araç indirdiler. Sanatın en önemli yapıtlarından biri, muasır medeniyetleri hedef bilmiş bir ulus için nasıl şeytanın simgesine dönüşürmüş…
Abim kayıp. Öldün mü abi? Yani bir nesne boşluğu bile değil misin artık? Onarılmaz bir hasarla mı yürüyorsun? Yok mu kimse etrafında? Tamamlayacak yok mu eksikliğini? Nerdesin abi? Cesedini bulsam, anlarım ne olup bittiğini? Polis de anlar. Cesetlerin dili vardır, katillerini ele verir, katili kendisi olsa bile ele verirmiş. Küre mi yuttu seni yoksa? Bu işte şeytanın parmağı mı var gerçekten?
Abim kayıp. Kış henüz bitmedi. Haziran ayında sıfırın altında, soğuğun kalbine gömüldük. Bu iş, akıl alır gibi değil. Kasabadan kırk beş kilometre uzaktaki şehir, mevsim normallerini tüm olağanlığı içinde yaşamakta. Kasabanın yayın yasağı hala devam etmekte. Ama askerler geri çekildi. Tabi sadece kasaba sınırına kadar. Kimse de artık Küre’ye saldırmıyor. Güçleri ve inançları da yok olup gitti. Hayalet kasabaya döndük. Filmlerdeki gibi. Sen seversin böyle filmler. Severdin yani. Haritada yerimiz var mı, onu bile bilmiyorum. Ekinler telef oldu. Artık tarlalar sürülmüyor. Ağaçlar kurudu. Ormandan, aç hayvanların can çekişen sesleri duyuluyor. Ayılar, kurtlar şehre inmeye başladı. Birkaç kişiyi afiyetle yediler. Artık onlar av için kasabamıza iniyor. Geçen gün az kalsın ben de av oluyordum. Allah’tan hala hızlı bir koşucu ve iyi bir tırmanıcıyım. Seni aramaktan bitap düşüp akşamüstüne doğru eve dönüyordum. Eve yüz metre kala, karşıma iki kurt çıktı. Kovalamaca ne kadar sürdü bilmiyorum ama nefesten kesilmiş, neredeyse pes edip kendimi yere atacaktım ki, son bir gayretle ağaca tırmanmayı başardım. Üst sokaktaki, şu senin birkaç kez patakladığın Süleyman abinin erik ağacıydı. Erikten eser yok tabi. Meyve veren hiçbir şey yok artık. Kadınlar bile doğurmuyor. Kısır olmuşlar. Evlat acılarını yenileriyle giderecek onca aile, kısır olduklarını öğrenince derin bir kederle inlediler. O doğurgan kadınların, artık etrafımızı saran çorak ve verimsiz topraklardan farkı kalmadı. Ben bile artık bir lanetin kurbanı olduğumuza inanmaya başladım. Meydanda yükselen Küre, kanımızda akan son direnci de kırmak için elinden geleni yapıyormuş gibime geliyor. Bazen rüyalarıma bile giriyor; bütün kasaba aslında Küre’nin içine hapsedilmiş, kimseye sesimizi duyuramıyor, maruz kaldığımız yalıtılmış karanlığın içinde delirerek teker teker ölüyoruz… Bir keresinde de başımızın yerine, omuzlarımızın üstünde Küre’yi taşıyorduk ve herkes Küre’den kurtulmak için kendini duvarlara vuruyor, en yüksek yerlerden kendilerini boşluğa bırakıyor, silahlarla intihar etmeye çalışıyordu. Ne yazık. Elbette göç edenler oldu. Kasabanın nüfusu, yarı yarıya azaldı. Gidenler, şanslı olanlar. Ya da ilk başta öyle olduğunu sanmıştık. Her birinin ölüm haberini almamız için çok beklememize gerek kalmadı. Geride kalan akrabalarının anlattıklarına göre, akla gelebilecek en saçma kazaların kurbanı olmuşlar. Kimse, artık kaçmaya çalışmıyor.
Göçten sonra fabrikalar da kapandı. İşsiz, aç ve umutsuzca bekleyen bir yığın insan var sokaklarda. Karınlarını doyurmak için ava çıkmaktan başka çare kalmadı. Biz onları vuruyoruz. Onlar da bizi. Ormanla girdiğimiz bu savaştan galip çıkan biz olduk. Geyikler bitince, kuşları, kuşlar bitince atlarımızı, atlarımız bitince sanırım kurtları ve ayıları yemek için birbirimizle yarışmak zorunda kalacağız. Son raddede açlıktan ölmeyi yeğleyip insan yememeye kimler direnecek, merak etmiyor değilim.
Abi, açım. Son ayıyı bugün ben vurdum. Pencereden eve girip beni yemeye çalışmasaydı onu vurmak zorunda kalmayacaktım. Aslında iyi de oldu. Ava çıkamayacak kadar yorgundum. 3 gündür yemek yememiş, günümü ayılıp bayılarak geçiriyordum. Sonra şans bu ya, kendi ayaklarıyla geldi yemeğim. Akşam yemeğinde ayı yiyorum abi. Sen de geber emi! Bu saatten sonra gelsen de fark etmez. Bir yıl oldu. Çoktan çürümüş, toprak olmuşsundur.
Abi, bugün güneş açtı. Tekrar güneşleneceğimi hiç ummuyordum. Hava, 40 derece. Üstelik aylardan Şubat. Üşenmiyorum artık, gün boyu kasabayı dolaşıp, terkedilmiş evlerde, marketlerde, bakkallarda yiyecek birkaç kırıntı için aranıp duruyorum. Fareler için her yere kapan kurdum. İnanmazsın bir sürü fare yakalıyorum. İğrenç ama aç kalmaktan iyi. Babamın tüfeğini yanımdan ayırmıyorum. Ayılar ve kurtlar için değil, hayır. İnsanlar, artık hiç güven vermiyor.
Abi, güneş batmıyor. Günlerdir tepemizde, bizi izlemekten vazgeçmiyor.
Semih Yıldız
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!