Çocuğum ben, çocuğunum. Korkulu kabuslardan sırılsıklam uyanıp yanına koşan, binbir teselliyle uyuttuğun, ninniler söylediğin.
-Söz mü vapura da bineceğiz adalara gideceğiz?
-Söz, martılara simit bile atacağız. Martılar öyle yakınından geçecek ki, kanatları yüzünü okşayacak sanacaksın.
Kikirtileri çağlayan olup dağ tepe şavkıyan o çocuğum ben, eteklerine güneş toplamış. Saçlarıma vuran güneşi okşuyor ellerin, ilkbaharda. Mevsim, dünya döngüsüne kapılıp değişiyor. Öbek öbek toplaşmış kar yığınlarına sırtüstü yatıp suratıma bir bir düşen kar tanelerini dilimle yakalamaya çalışıyorum. Kolumdan tutup kaldırıyorsun yerden. ‘’A çocuğum, sen yaramazlık mi yaptın, oyunlar mı oynadın?’’ deyip çırpıyorsun üzerimi. Kar, sınır komşum gibi giriyor kapımdan. Zannediyorum ki bütün bir kış, gökte kızaklı geyikler dolanıyor, düşler topluyor bana adı bilinmedik gezegenlerden. Ilık rüzgarların estiği yatağıma girip asırlık uykularımdan birine dalıyorum; göz kapaklarımda görülmüş en son düşün tatlı hissi, çarşaflarımda huzur veren sakinlikle hep aynı okyanusu boyluyor diz kapaklarım ve hep balonlarla koşuşturuyorum. Hâlâ neden kumdan kale yapmamış olduğuma kızıyorum ve sonra hâlâ yapabilecek milyonla şey olduğu için seviniyorum; hayal varsa, umut da var.
Hâlâ dağlara lakaplar takıyorum. Ve bulutları kendileri dışında binbir şekle sokuyorum. Arabanın ön koltuğuna kurulup, poşetlerle kucağıma topluyorum meyveleri, büyük bir iştahla yutuyorum birer birer. Göz bebeklerimde yeni şeyler keşfetme heyecanındaki o çocuk… Çipil çipil bakıyorum. Gözlerin hayli yılgın fakat heyecanıma kapılıp gidiyorsun. Çocuğum ben, çocuğunum.
Sesimdeki tipiye bir şeyler hasıl oldu, sanki uğulduyorum artık, boğuk boğuk çıkıyor ninnilerim sesimden. Uyku öylece doluyor bedenime, hâlâ ellerimi yumruk yapıp uyuyorum avuçlarımdan kimse çalamasın diye bana bağışlanmış o dokunulmazlığını çocukluğun. Bir vakit Samanyolu’nun saçlarına yapışıp bütün evreni dolaşmayı düşleyen hayal gücüme söyle, hatta kız ona, dökülmesin avuç içlerimden: Göktaşı sanıyor birileri. Çukurlarıma sular doluyor, ellerim büyüyor, o kaldırımlara oturan dizeler daha çok yer ediyor adımlarımla çoğalan zamanda. Küçük kalsın ellerim istiyorum, sokakta ellerimde pamuk şekerler tutmaktan utanacak kadar büyümek istemiyorum.
Hadi anlat bana, o en çok güldüğüm hikayeyi? Nasıldı? Unuttum, hatırlamıyorum. Büyümeye başlamış ördek yavruları gibi çığırtkan sesimle nasıl dolduruyordum her yanı. Oysa kötü anlatıcı sendin ve çocuk olan ben. Hiç anlamamak istedim, yeniden anlattırabilmek için o masalın sonunu. Anlıyorum, ayrı kalmak için ayrı kentlerde kalmak şart değildi, aynı odada bile ayrı kalabiliyordu insan. Kalabalıklaşan bu mavi kürede bir fazlalığım, senden daha çok. Oysa inat eder gibi balonlar uçuruyorum atmosfere, fizik yasalarından sağ çıkamayacak umutlar uğurluyorum kendimden. Fani olabilmenin tadını hikayelerle çıkarıyorum. Ölümsüz olsaydım ya, ya kazık çakacak olsaydım dünyaya. Bütün hikayeleri ezbere bilmek eziyet, büyümek mecburiyet olurdu o zaman. Çocuğum ben, çocuğunum. Ayrılıkla nasıl cümle kurulur bilmiyorum, ebedî sanıyorum bütün tutuşmaları. Oysa susmam gerekiyordu, belki de böyle burun kıvırıp ‘’Zaman beni görmedi, çaktırmayayım.’’ diyebilirdim. Diyemedim. Çünkü susmaz çocuklar. Sırf bu yüzden büyük bir tehdidim artık kendime. Sustuğumdan.
Ellerime doldurduğum rengarenk boya kalemlerini yerlere saçıp yeniden avuçlarıma topluyorum. Bir saat sarkacının gitgeli gibi durmaksızın taklit ediyorum kendimi. Göz kapaklarım artık seni taşıyan bir sinema perdesi olmaktan öteye geçemiyor, oturduğum sahilden dalgaların yığdığı çakıl taşlarını dolduruyorum ceplerime, gülüyorsun. Bu distopyadan bakir kalan tek ağacı bulup altına oturuyorum. Uyuyup kalıyorum, kızıl bir yaprak rüzgarda savruluyor. Yerimden fırlıyorum, hep o yaşta kalıyorum. Kuruyan göle avuçlarımla durmaksızın su taşıyorum, can suyu deniyor bunun adına. Çocuk gözlerimin adını çift oluklu akan o şelaleye verip kayalıklardan yuvarlanıyorsun, tipiye tutuluyor çocukluğum.
Sırf düşerken zayıf bir çiçeğe tutunduğun için hiçbir dal tutmuyor elinden. Yuvarlanıyorsun, rüzgâr bir dalga kadar hırsla çarpıyor saatin sarkacına. Anlar silikleşiyor ve dünya kaldığı yerden devam ediyor dönmeye, dönencelerine mevsimleri sıkıştırarak. Çatılarda ala kargalar bekleşiyor. Güneşin peşine düşüp bir parça aydınlık yakaladığımız yere bir isim vermeye kalksam diyorum. İsimler taktığım dağların dumanı gözlerimi yakıyorken hala. Bekliyorum, zaman duruyor. Hala balonlar uçuruyorum, elimde tuttuğum dondurmam eriyip üzerime akıyor. Çamurlu ayakkabılarım ve kanayan diz kapaklarımla duruyorum öylece, yaramazlıklar yaptım. Çocuğum ben, çocuğunum ve bu dünya bir düğüm. Çocuk ayakkabılarıma atılan.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!