EMANET- 4.Bölüm
Adamlarını yolladığı iki kahvehane ve bir pavyondan da eli boş gelmişti Galata’dan. Herkes, Yakup’un kestiği raconu öne sürüyor kimse elini kesesine atıp üç kuruş vermiyordu Manol’un adamlarına. Oysa Odesalı, Kosti ölmeden önce kimin mıntıkası olduğuna bakmaksızın alıyordu haracını. Ağızlığından çıkarıp attı zıvanasını, o hiddetle. Bir tane daha sarsın diye gözünü çevirdiği adamı, hemen tabakasını çıkarıp titreyen elleri ile bir cıgara daha sardı. Açtığı yaprağa biraz tütün biraz afyon koydu, yaprağın dibini kıvırarak zıvana yapıp taktı ağızlığa. Manol, dudaklarına götürürken daha bir diğeri çıkardı çakmağını. Gaz yağı kokusunu burnuna çekip, sonra körükledi cigarasını. Öfkeden titreyen elleri kimsenin gözünden kaçmadı Manol’un :
– Adam Galata’ya Allah oldu! Kimse, dinlemez oldu sözümüzü. Pera’dan çıkamaz olduk.
– Ağam, sen doğrusunu bilirsin ama indirecektik onu o gece. Tek başına yakalamıştık da.
– Olmaz ulan, aklı evvel konuşup canımı sıkma sabah sabah. Adam Galata’yı sömüren Kosti’yi öldürmüş. Galata’nın adamı yedirir mi sana orada onu?
– Şimdi ne olacak? Karmanyolacılara bile göz açtırmıyormuş. Adam, bir Zeytinli Burun’da, bir Taksim’de. Kimse, korkudan elini saldırmasına atamaz olmuş. Ekmeğimize dalaşıyor ağam. Pera’ya da el atar yakındır diyorlar.
– Ben ölmedim ulan. İlla üç beş sıçan kafasımı ezelim. Bana bak. Adam gönder; güvendiğin birisini. Piç Ardaş’ı bulsun. Bir toplantı tertipleyelim.
– Arap Hüsnü ile Solak Ligor’a da birilerini yollasak mı ağam?
– Bir yeni yetme için tüm İstanbul’u ayağa kaldıralım istersen. Ardaş’a bi duyuralım hele.
– Peki ağam, birini gönderirim.
Makriköy’e girerken ceketini omuzundan alıp, geçirdi kollarını. Usturasını kuşağından alıp ceketine sakladı. Medreseye doğru yürürken çarşambalarının üzerindeki tozu da silip parlattı ayakkabılarını. Fesini düzeltti. Gözleri tanıdık bir çift göz aradı etrafta, hani sırf o gelip bu şehirde yaşasın diye kurulmuştu ve onlarca defa fethedilmişti ya İstanbul. İşte o kocaman kara gözleri aradı. Ortalıkta koşturan çocuklar, ticaretinde seyyarlar dolanıyordu. Göremedi. Gidip kapıyı mı çalsam, belki Cafer Efendi evdedir. Güneşe baktı kafasını kaldırıp. Çoktan gitmiştir camiye, saat kaç olmuş dedi, kendi kendine. Ayaklarını zorladı, Gülbahar’ın kapısına gitmemeleri için. Uzakta gri taşları görünen mezarlığı görünce verdi kararını. İşi bitmemişken daha annesinin mezarına bile gidemiyordu, Gülbahar’a hangi yüzle gidecekti?
İmam Cafer Efendi, avluda talebeleri ile sohbet ederken fark etti sokağa girmekte olan Yakup’u. Cemaat de yavaş yavaş gelmeye başlardı bir vakit sonra. Talebelerinden müsaade isteyip kalktı ayağa. Avlu kapısı önünde karşıladı delikanlıyı :
– Selamun aleyküm hocam.
– Ve esselamu aleyke Yakup’um. Cuma vaktine vardı daha. Erken geldin.
– Ömür gidiyor hocam, zaman kıymetli zevat. Kıymetince harcanmalı.
– Maşallah. Otur sohbet edelim o vakit. Namazdan sonra konuşacaklarım var seninle.
– O kadar kalmayacağım hocam. Erken geldim ki vakitlice döneyim.
Medresenin karşısındaki ağaçlardan birinin gölgesine bağdaş kurdular. Çocuklardan birisi, iki bakraç ayran getirdi koşa koşa. Delikanlıya soluklanması için fırsat verdi Cafer Efendi, kendisi de o ara sözlerini tartıyordu. Balat ve Galata’da olanları duymuştu. Kaldı ki İstanbul’da her şey çabuk gelirdi onun kulağına :
– Stoyan ve Kosti ha? Direk lafa girdi uzatmadan. İşin çoktur elbet. Bakıyorum başlamışsın hesap görmeye hemen. Ee? Validenin acısını hepsinden mi çıkaracaksın? Kendi canına mı kastın?
– Demek biliyorsunuz?
– Ben çok şeyi bilir, çok şeyi duyarım oğlum. Validenin vefatını haber alınca karıştırdım biraz külleri, nedir ne değildir bakayım dedim. Üzerine, senin de deliliğin nam yapınca merakımı cezbetti. Neden yapsın, dedim; Yarbay Faruk’un, bacım Cemile’nin kuzusu. Başkalarından başka hikayeler duymak tabiidir evlat ama hane içinden çıkınca kanın kokusu, insan yakıştıramıyor evvela. Sonradan öğrenince ne bileyim hak verdim sana.
– Kanı kokmaz onların Cafer ağam.
– Kokar oğlum kokar. Ademoğlu değil mi hepsi?
– Yok ağam. Nerde Adem’in zürriyeti, nerde bunlar? Bunlar, iblisten peydah olmuşlar aleme.
– Tövbe estağfurullah. Tek başına mı dikileceksin karşılarına? Hem zabiti var Ali-i Osman’ın. Bırakır mı peşini?
– Zabit de kan kusmuş ağam. İngiliz’in subayı susuyor, Ermeni’nin komiseri başlıyor. Onlar bitince Rum kabadayılar kesiyor önlerini.
– Anlayacaklar mı niyetini?
– İnşallah anlarlar da, bir de masum kanı bulaştırmayız pusatımıza. Hocam madem her yerde kulağın var. De hele. Kim yol verir bu hane hırsızlarına, ev basıp can alan şehir eşkıyalarına? Yılanın başı kim, onu de madem bu kadar biliyorsun?
– O kadarına aklım ermez de ben seni birisine yollayayım, bilirse o bilir. İpsiz derler. Emice Recep.Asker arkadaşıdır babanın. Batum’da Rum çetecisiyle uğraşırken kan kardaş olmuşlar diye anlatırdı baban mektuplarında. Kan kardaşı Faruk’un selamı ile git. O sana yol gösterir.
– Nerededir, yeri yurdu peki? Nasıl bulurum Emice’yi?
– Kanlıca civarını mekan tutmuş diye duydum. İngilizler peşinde olduğundan zor olur bulman ama sen Mihrabat Korusu’nda Hayyam’ın kahvehanesine git. Beni söyle Hayyam’a. O seni İpsiz’e götürür.
Ağavni nargilesini yakmış kahvesini pişirken, Manol’la yaptıkları konuşmaları düşünüyordu Ardaş. Zamanında okumaya diye gönderilmişti Sivas’tan, Selamsız Ermeni kilisesine. Babası kimlik çıkarırken adını vermek istememiş, sonra papazlardan birinin adını yazmışlardı. Kafa kağıdında papazın adını fırında da ustası görünce, ona Piç Ardaş demiş, namını da vermişti böylece. Önce fırında bir arkadaşı ile kavga etmiş, kürekle kafasını kırınca işinden olmuştu. Madem baba olmaya meraklısınız deyip papazlardan para istemiş vermediklerinde onları da eşek sudan gelinceye kadar dövmüştü. Üsküdar’da adı böylece duyulmaya başlarken, o zamanki Üsküdar’ın en büyüğü Mavnacı Ali, Kuzguncuk’ta kendisine pusu kurdu namından rahatsız olup. İki parmağını kaybetmiş ama Ali’yi de haklamıştı. O gün bugündür Üsküdar’ın ağası da paşası da kendisiydi.
Aslında sorun Manol’un kendi sorunuydu. Neticede mevzuların hepsi karşı kıyıda oluyordu. Galata da Balat da onu ilgilendirmezdi. O zaten Üsküdar’da borusunu öttürüyordu ve Yakup değil, Üsküdar’a boğaza kayık bile indiremezdi ondan habersiz. Manol’un derdi elini bulaştırmadan başkasına hallettirmekti Bozoklu’nun işini. Elbette bunu yapmayacaktı Ardaş, ama ne olur olmaz diye iki adam yollamıştı onun peşine. Her adımından haberdar olacaktı. Ardaş’ın şimdilik daha önemli sorunları vardı. Birisi –büyük ihtimalle Orin- kendisinden çalıyordu. “Kendi meselelerim var, bana ne elin yeni yetme külhanbeyinden” dedi içinden. Ocağın başında etekliğinden taşan süt gibi bacaklarını seyretti kapatması Ağavni’nin. Keyiflenip, derin bir nefes daha çekti fokurdayan nargilesinden. Sonra başını çevirip cumbanın penceresinden, Doğancılar’a kadar görünen sokağı seyretti. Musluy’u, sokağın başından hızlı adımlarla eve doğru gelirken gördü. İyi çocuktu Musluy. Onun jurnalciliğini yapar, erketesine koşardı ve belli ki havadis vardı. Meraklanıp sundurmaya indi merdivenden :
– Ağam, Bozoklu kayıktan inmiş Üsküdar’da. Sonra arabaya binmiş.
– Ne işi varmış öğrenebildin mi?
– Yok ağam. Hayyam’ın kahveye bırakmış arabacı onu.
– Arabayı hazırla o zaman, bi bakalım ne işi varmış bu delikanlının bizim muhitimizde.
– Emrin başım üstüne ağam.
Ceketini ve fesini alıp ayakkabılarını giyindi Ardaş. Arabasına binerken pencereden bakan Ağavni ile göz göze geldi. Alışamamıştı sevdiği kadın. Ne zaman çıksa evden apar topar, korkan gözleriyle uğurluyordu onu. Haklıydı da. Ne İngilizler ne Fransızlar bırakmıyordu yakasını. Üç kuruş haraç alıyor, onu da onlarla paylaşmak zorunda kalıyordu. Vermese öldürüp atacaklardı bir sahile, ayağına taş bağlayıp. Canına yetmişti artık. Arabada giderken cebinden iki zarf çıkardı. Tokat-Niksar’dan geliyordu birisi, diğeri de Sivas’tan. Dönüp yeniden Ağavni’ye bakmak isteğini bastırdı, biliyorduki hala pencereden ona bakıyordu.
Sigarasını atıp ezdikten sonra, ceketini yakalarından tutup girdi kahvehaneye. Meraklı, yorgun ve yaşlı bakışlar arasında :
– Selamun aleyküm.
Selamı alınırken içeridekilerce, o da bir iskemle çekip oturdu yola bakan bir masada. İleride mezarlığın arkasında, boğazda demirli İngiliz gemilerine baktı. Bir söylenti dolaşıyordu bu ara. Boğazın altında Taht-el Bahir gibi, denizin altında yol alan bir gemi daha varmış. Silahları da Sultan Hazretleri’nin sarayına bakarmış. Beşiktaş ve Dolmabahçe’de sis vardı ama belli belirsiz bir silüet görünüyordu, kıyıda buradan bakınca. Fazla geçmemişti Anadolu kıyısına İstanbul’un :
– Hoş geldin delikanlı.Ne içersin?
Elinde el bezi niyetine bir tülbent ve belinde önlüğü ile yaşlıca olan ocakçı, çekti aldı düşüncelerinden Yakup’u :
– Hayyam’ı ararım. Burada mıdır kendisi?
– Kim sorar?
– Makriköy’den İmam Cafer’in selamını getirdim.
– Ve aleyküm selam. Hayyam benim. Nesi olursun Cafer Hocam’ın?
– Dayım olur kendisi. Birini arıyorum, senin beni ona götüreceğini salık verdi.
– Gel bakalım şöyle geçelim.
Ocağa yakın, daha tenha bir masaya geçtiler içeride. Nargileler için torbalarla istif edilmiş kuru tütün yaprağı ve buharı üzerinde fokurdayan demliklerden taşan çay kokusu iyi gelmişti Yakup’a :
– İpsiz derlermiş. Emice Recep’i arıyorum.
– Ne yapacaksın Emice’yi?
– Onu da onunla konuşurum artık.
Gülümsedi Hayyam. Hoşuna gitmişti delikanlının bu ketumluğu. Kalkıp avluya çıktı. Yüksek sesle bir ıslık çaldı sokağın ilerisinde oynayan çocuklara doğru. Arkasını dönüp yanına gelirken, üzeri toz toprak içerisinde bir çocuk girdi içeriye avludan :
– Efendim ağam.
– Bu Mustafa. Benim oğlan. Bir zamanlar Trablus’ta Fransızlara karşı sokak aralarında, dağlarda çete çete savaşıyorduk. O ara ittihatçiler bize genç, Selanikli bir subay yolladılar. Bizi derleyip toparladı o subay gencecik yaşında. Savaşmayı öğretti, bir de düşmana en güçlü yerinden saldırmayı. Sonra ben ve diğer yaralıları bindirip buraya gönderdi tabi ama canımızı da ırzımızı da ona borçlandık o arada. Neyse, işte bundandır ki hem iki cihan sultanı peygamber efendimizin, hem de o subayın adını verdim oğluma:Mehmet Mustafa.
– Sallallahü aleyhi vesselam. Maşallah. Adı ile büyüsün. Hem gönüllerin sultanı efendimiz gibi Allah’ın indinde, hem de cesur bir komutan gibi insanların gönlünde tahtı olsun.
– Amin. Mustafa, oğlum bu Yakup ağabeyin. Şimdi eve git. Anana söyle, misafirimiz var akşama. Koş bakalım.
– Rahatsızlık vermeyeyim?
– Yok, ne rahatsızlığı. Akşam, yemeği bizim evde yeriz. Emice’nin siparişleri de var hazırlanacak. Gece gideriz yanına. Cafer hocam bahsetmiştir. Kandıra’da Rum’un ümüğünü sıkınca, İngilizler düştü Recep Emice’min peşine. O sebepten tedbirlidir biraz. O sebeptendir gece daha iyi olur.
Sözünü bitirmişti ki gözü, sokağa giren arabaya ilişti. Yüzünden bir karanlık geçti Hayyam’ın. Kahvehanedekiler, araba kapıya yanaşınca masanın üzerine apar topar üç beş mecidiye kahve, çay parası bırakıp dağıldılar. Arabadan inen adam, son adamında avluyu terketmesini bekleyip içeri girdi. Masaların üzerine bırakılan mecidiyelerden birkaçını cebine attığında ayağa kalkmaya yeltendi Yakup, Hayyam tuttu bileğinden. Sonra bıraktı, gözlerinde yanan ateşi görünce Yakup’un. Silkinip kalktı ayağa. İki adımda da kapıya dikildi :
– Bırak o meteliği masanın üzerine ağa. Ocağın hakkı, ocakçınındır.
– Bu yakada bir bakire, yere mendil atsa o bile benimdir Bozoklu. O mendili görüp heveslenen civanlar bile önce benden icazet alırlar.
– Namımı bilirsin madem, o halde bilirsin ki civanın gönlündeki sevdanın da, masadaki meteliğin de mesuliyeti vebalimdir benim olduğum yerde.
– Benim muhitimde değil. Ardaş, Piç Ardaş derler bana, boğazın bu kıyıları boyunca. Üsküdar’dan Beykoz’a benim raconum geçer. Derken elini beline atıp, sağrısındaki saldırmasını gösterdi. Gülümsedi Bozoklu, ceketini bırakırken iskemlenin birisine :
– İyi oldu dediğin. Sayende biliyorum artık nerelerin benim olduğunu, bundan kelli.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!