EMANET 5. Bölüm
Ardaş, saldırmasını gösterip gözlerini Yakup’a dikti. Kılıç yarası gibi gülümsedi Yakup, her zamanki gibi. Hayyam, korku ile olacakları izlerken daha doğrusu tahmin ederken üzüldü, yeni tanıştığı delikanlı için. Zira Ardaş, şimdiye kadar girdiği hiçbir kavgayı kaybetmemişti. Bir saatten az kavgası olmazdı ama sonunda hep Ardaş kazanırdı:
– O halde buyur delikanlı,meydana. Bir zamandır analar erkek doğurmuyor zannederken ilaç gibi geldin. Hamlıyordum neredeyse.
-Usturamdaki kan, daha kurumadı. Kosti de Stoyan da pek güvenirlerdi kendilerine, toprakları bol olsun.
-Ben hırsız ağasına benziyor muyum sence Bozoklu ? Lakin burada olmaz.
-Mert adamın işi midir pusu, Ardaş? Meydansa burada işte.
-Toysun çocuk. Hayyam ağan söylesin yeri o vakit. Şimdi gidip paylaşalım kozumuzu. Çoluk çocuk var, aileler var. Ben buraların zorbası değilim. Hem, işgalden beridir İtalyanlar göz açtırmıyor buralarda. Onlar gitse İngilizler geliyor. Seni harcayıp bir de mahpus düşemem.
-Ardaş doğru söyler, Yakup. Her ne kadar hırsızlara ağalık ettiği hususunda yalan söylese de pusu onun harcı değil. Mertçe diyorsa mertçedir.
-O halde gidelim Ardaş. Sen nerede dersen, orada alayım avuç içi kadar canını.
Ardaş ve Yakup kahvehaneden çıkıp uzaklaşınca Hayyam, bir ıslık daha çaldı sokağın kuytu köşelerine doğru. Bir duvarın dibinde dilenmekte olan topal attı bastonu, koşarak ona seğirtti. O da masalardan birinin üzerinde bir pusula yazmaya koyuldu:
-Al bunu Emice’ ye ulaştır. Galiba akşam tek geleceğim ziyaretine.
Ardaş, ceketini arabacıya verip yolladı onu. Yakup da ceketini çıkarıp kenarda bir dalın üzerine astı. Bıyıklarını çekiştiren Ardaş, tarttı delikanlıyı. Duruşuna, bakışına, bakışındaki cesareti gördü. Şimdiye kadar hiç kaybetmemiş Ardaş, bu delikanlının ölmesinin doğru olmadığını biliyordu. Sevmişti onu, hem de daha ondan bahsederken Manol’un gözlerindeki korkuyu gördüğünde sevmişti. Bir zamandır planladıklarını düşündü. Bu delikanlı, bunun için biçilmiş kaftandı ama önce Ardaş’ın bunu tecrübe etmesi gerekecekti. Tütün ve kahveden sararmış dişlerini gösterircesine sırıttı ve o kadar hızlı çekti ki saldırmasını, başkası olsa ikiye bölünürdü bu hamle ile. Fakat Yakup, bir tüy kadar hafif savuşturdu bu teşebbüsü. Hızlı hamlenin karşılıksız kalması ile sendelerken, son anda eğdi başını Ardaş. Kulağını zor kurtarmıştı ve hiç anlamamıştı Yakup’un usturasına davrandığını. Ne zaman çekip açmıştı da Ardaş’a hamle yapmıştı? Daha bir keyiflendi Ardaş, doğrulurken de yeniden hamle yaptı Yakup’a doğru.
Yaklaşık üç saat birbirlerine hamle yapıp, savuşturdular. Tehditler savurdular, atıştılar ve alay ettiler. Sonunda birisi ceketini astığı dala yaslanana, diğeri berideki taşın üzerinde soluk soluğa kalana kadar dövüştüler. Bir damla kan akmamış ama terden sırılsıklam olmuşlardı. Ardaş, artık emindi; Yakup, onun aradığı kişiydi. Ayağa kalkarken Yakup’un da savunmaya geçer gibi tedbirli doğrulduğunu gördü. Eli ile onu sakinleştirip yanına gelmek istediğini işaret etti. Yakup’ta rahatlamış olacak ki bıraktı kendini tekrar taşın üzerine. Ardaş her şey olabilirdi ama kalleş değildi. Böyle mertçe vuruşan birisi kalleşlik yapmazdı. Zira kavga sırasında eline fırsat geçmesine rağmen arkasından saldırmamıştı hiç. Müsaade etti ve doğrusu yorgunluktan da ölmek üzereydi.
Ardaş, gelip yanındaki taşa yaslandı. Soluk soluğa bir müddet gökyüzüne baktılar. Sonra Ardaş, birdenbire gülmeye başladı. Önce anlam veremeyen Yakup da sinirlerine hakim olamadı. Bıraktı kendisini bu deliliğin koynuna. Bastı kahkahayı. Ardaş, elini cebine atıp bir zarf uzattı Yakup’a:
-Bu nedir?
-Bu, Sivas’tan babamın vefatını haber veren karındaşımın mektubu.
-Başın sağolsun. Ben de, sana piç diyorlar diye… Ne bileyim?
-O başka mevzu, Bozoklu. Sana neden Bozoklu diyorlar?
-O bambaşka mevzu, Ardaş ağam. Hele, de bakalım. Neden gösterdin karındaşının mektubunu bana?
-Bak delikanlı.Bir zamandır gönlüm, kafesinde çırpınan bir kuş. Nasıl demiş şair:
” Yaktı bağrımı bir dilber-i rana
” Neyleyeyim ki kader, uzanmıyor ellerim
” Kan mı kusayım düştüysem gama,
” Bırakmıyor kavuşalım, yaka mı kaderim.
-Bakıyorum sende de yara var ,delikanlı. Neyse, sadede gelelim. Manol, bana seni anlattığında seni de diğerleri gibi karmanyolacı bir sarhoş ya da tulumbacı külhanbeylerinden birisi sandım. Fakat gördüm ki pusatına yiğit, kavgaya mertsin. Aklımda buraları terk etmek var Bozoklu. Lakin burada yaşayan ailelere ben bakarım. Hırsızları ben dizginlerim ki sınırı aşmasınlar. Bebeler sokakta rahat oynar, genç kızlara ise kimse musallat olmaz. Diyorum ki sana bırakayım buraları, gözüm arkada kalır mı?
-Dövüşmeden, kanını akıtmadan alırsam beni kim dinler ağam. Bilmez misin ki racon seninse, onu kanın bozar!
-Bilirim ve ayrıca bilirim ki bu hususta yalan söyleyecek adam da değilsin. O yüzden kanım sana helaldir. İki parmağımı kaybettim ben, bu muhiti alırken. Şimdi elimi kes, racon da mıntıka da senin olsun.
Saldırmasına davranıp çıkardı belinden, Ardaş. Sonra çevik bir hareketle onu havaya atıp, kabzasını ters çevirip Yakup’a uzattı. Bir kabzaya bir de Ardaş’ın yüzüne bakan Yakup, şaşırmıştı ve bunu gizlemiyordu:
-Ben Ağavni’ ye bu hayatı yaşatamam evlat. Her evden çıktığımda ne zaman öleceğim, ne zaman bir arabanın arkasından meftamı kapıya atacaklar diye bekletemem. Bir elim çolak giderim ama onu alıp giderim. (Derin bir nefes aldı Yakup.)
-Raconu kan bozar ağam. Ama senin gibi vuruşan bir babayiğidi, bileksiz bırakmak da bana yakışmaz. Kaldı ki, babayın toprağında tek elle aç kalırsın.
Çıkardı, kendisine uzatılan saldırmayı kınından. Uzatıp avucuna, kapattı yumruğunu. Çekti. Avcunu açınca, al kan yayıldı avuç içine. Gülümsedi Ardaş, alıp aldırmayı aynı şeyi tekrarladı. Önce sağlam elleri ile bileklerinden, diğerleri ile de avuçlarını kenetleyerek el tutuştular:
-Raconu kan bozar ya da kan kardaş. Babamı yeni toprağa vermiş olsam da yıllarca piç olarak nam saldım. İki karındaşım vardı, şimdi bir de kan kardaşım oldu. Raconum da mıntıkam da senindir.
-Lakin baştan söyleyeyim Ardaş, ben hırsıza göz açtırmam.
-O artık senin bileceğin iş, zira Üsküdar’dan Beykoz’a racon senindir Bozoklu. Bil ki bir bebenin burnu kanasa, bir baba ailesinin sofrasına ekmek koyamasa hakkımı helal etmem. Kan hakkımı helal etmem!
-Başım gözüm üzerine ağam.
Ceplerinden mendil çıkarıp sardılar ellerini. Sonra Ardaş, ayağa kalkıp keskin bir ıslık çaldı. Nereden çıktığı belli olmayan o araba yeniden peyda oldu yolun başında.
-Gel, Hayyam’a bırakayım seni. Yarın da haneme buyur, anca hazırlanırım.Gitmeden seni yine göreyim.
-Can baş üzere.
Araba yolun başında göründüğünde dönüp bakamadı faytonuna Hayyam, zira bu haberi Cafer hocaya kendisi söylemek zorunda kalacağından biraz buruktu içi. Lakin kimse yerinden kalkmamış, mekanında öğlenki panik olmamıştı. Zorla da olsa dönüp arabaya baktığında ise Yakup ve Ardaş’ı birlikte gördü. İnerken Yakup, sarıldılar:
-Seni görmeden gitmem, vakitli gel Bozoklu!
-Kahveyi hazır tut o halde ağam, soğumadan geleceğim yarın. Selametle.
Bozoklu Yakup. Piç Ardaş’la hiç kavga kaybetmemiş, Ardaş’la nasıl yenişemediğini ve Ardaş’ın teklifini Hayyam’a anlattığında ihtiyarın gözlerinden önce hayret sonra ise delikanlıya karşı bir hürmet geçti. Pera’yı alacağı zannedilen Bozoklu, Anadolu kıyılarında neyi varsa İstanbul’un hepsine sahip olmuştu. Emice, bu habere çok sevinecekti işte. Zira yıllar sonra İstanbul’da bir Türk’ün namı yürüyordu onca Ermeni kabadayısının içinden. Hem de arkasında hiçbir hırsız, hiçbir haramzade ve hiçbir işgal komiseri olmadan. Araba, kapının önünde durunca kafasını kaldırıp pencerelere baktı Ardaş. Ağavni’nin korkuyla bakan gözlerine sevincin dağılmasını izledi. Değil Konstantinapol’ün Anadolu’su, dünyayı verseler değişmezdi o bir çift gün ışığına. Gelirken iti ,uğursuzu, kim varsa hepsine raconun artık Yakup’a ait olduğunu, ayağının altında dolanmamaları gerektiğini anlattı. Zira kan kardaşı onun gibi değildi. O hırsızlığa, külhanlığa göz açtırmayacaktı. Kalmak isteyen kendisi bilirdi, zira artık onun sorunu değildi bunlar. “ Racon artık kan kardaşımın, bilin ki o benim gibi müsamaha göstermez böyle şeylere. İtirazı olan ona gitsin. ” dedi. Şaşkın bakışlarını ardında bırakıp, sevdiği kadına koşmak istiyordu artık. Atladı arabadan. Hızla avluya girdiğinde kendisine kapıyı açan Ağavni’yi kucaklayıp çevirdi, sonra indirince öptü sevdiceğini dudaklarından. Cebinden diğer -para dolu- zarfı çıkarıp Ağavni’ye uzattı:
-Bitti korku dolu beklemelerin, kadınım. Kavgalar bitti. Bir gözü açık uykular, bitti.
-Bu nedir?
-Babamın Tokat’taki arazilerinin bana düşen sehmi. Koş, bunu fakire fukaraya dağıt. Kimin ne kadara ihtiyacı var, sen benden iyi bilirsin. Ha unutmadan, bize de ayır. Yolda lazım olacak.
-Yol mu? Ardaş, senin ağzından çıkanı kulağın duyuyor mu?
-Hepsini anlatacağım. Sen git,dediklerimi yap sonra gel toplanmaya başlayalım.
-Tamam.
Ağavni avlu kapısından çıkarken, mendili çözüp yarasına baktı Ardaş. Göğsünde çırpınan kuşa dokundu yarasıyla. Ve sadece bir “nihayet” döküldü, Ağavni’nin dudaklarının tadının henüz geçmediği dudaklarından.
Dar sokaklardan ve bir iki İtalyan devriyesine yakalanma tehlikesinden sonra, izbe bir sokak başında durdu arabaları. Köşelerden ve karanlık gölgelerin içinden siyah şalvarlarını çizmelerine sokmuş, köstekleri bir omuzlarından kemerlerine yayılan ince bıyıklı adamlar sardı çevrelerini. Ellerindeki tüfekleri doğrultup, gözlerini bile kırpmadan bakarlarken tutmadı kendini Yakup. Tam usturasını çekecekti ki Hayyam yakaladı bileğini.
-Sakin ol Bozoklu. Bizim çocuklar, bu delikanlılar.
Arabadan inip kendini gösterince, az evvelki tehditkar bakışlar birden misafire saygısızlık etmiş ev sahibinin mahçupluğuna düştü. Sırayla Hayyam’ın elini öpüp arabadan çuvalları ve iki sandığı indirmeye başladılar. O sırada da Hayyam, Yakup’a kendisini takip etmesini işaret etti. Kimse tek kelime etmedi, öyle ki böceklerin ve hışırdayan yaprakların dışında bir şey yok sanırdı yanlarında bir kör olsa. Bir kapıdan bir avluya, oradan da iç avlu bağlantısı ile bir sokak arasına çıktılar. Delikanlılar kaybolmuştu artık. Baş başa ilerlerken köşede bir gölgeye girdiler. Dökülmekte olan ahşap kapının önünde durduklarında önce bir, sonra iki ve sonra yeniden bir kere daha kapıya vurdu Hayyam. Tedbirleri gördükçe kiminle karşılacağını daha fazla merak ediyordu Yakup. Kimdi bu Emice ve İngilizlerin onu bu kadar aramalarının sebebi neydi? İki üç Rum çapulcusu olamazdı.
Açılan kapının ardında, az evvelki delikanlılara benzer bir delikanlı daha vardı. Fakat neredeyse dökülen kapının açıldığı ev, gayet zengindi. Bir delikanlı gelip usturasını ve koltuğunun altındaki kamasını alırken itiraz edecek olsa da Hayyam’ın salık vermesiyle müsaade etti. Ayakkabılarını çıkarıp girdiği odada ise hiç de beklemediği türden adamlar vardı. Hayyam’ın boynuna sarıldı, diğerlerinden daha kısa boylu ama hepsinden daha saygı uyandıran birisi:
-Selamün aleyküm Recep ağam, şükür kavuşturana.
-Ve aleyküm selam, Hayyam efendi.
-Bahsettiğim delikanlıyı getirdim.
-Delikanlı Ardaş’la gidince korkmuşsun, Hayyam. Yalnız geleceğini yazmıştın son pusulada ama, sevindim. Faruk gardaşımın emanetidir bu delikanlı.
-Haber aldınız demek Recep ağam. Ben bunca iş varken başınızda ve tedbirlere bakılınca ilginizi celbetmemişimdir diye düşünmüştüm.
-Yok, haber almadım kimseden ama babana bu kadar benziyorken hacet de yoktu zira.
-Galata ve Balat’ın raconu senmişsin artık? (Uzattığı elini öpen Yakup’a bakarken gururla)
– (Ağam,diye araya girdi Hayyam.) Balat ve Galata değil mahsus, Üsküdar’dan Beykoz’a kadar Bozoklu Yakup’un namı, onun raconudur müsadenle.
-Müsaade Allah’tan, Hayyam. Müsaade, Allah’tan. Gelin bakalım misafirlerimle de tanışın.
Subay kıyafeti ile divanda oturan beylerin arasına geçip oturdu Recep Emice. Kendisi bir mindere, Hayyam da sedirin bir ucuna ilişti. Sonra, bugün olanları kısaca anlattı Yakup. Emice de kısaca konuklarını tanıttıktan sonra söze girdi:
-Yakında bir şeyler olacak Yakup. Bu beyler, subay. Anadolu’da bir şeyler olacak, bugünün meselesi değil. Ama bunca tedbir, gizlilik ve İngilizlerin peşimde oluşu, bir şeyler tahmin etmelerinden. Lüzum olursa anlatırım. Sen beni ne için arıyordun? De, hele. Burada kimse yabancı değil.
-Ağam, Cafer hocam sizi salık verdi. Benim niyetim, İstanbul sokaklarında ne kadar hırsız, it, uğursuz varsa hepsini alaşağı etmek.
-Sebep?
-Validemi bir hırsız katletti. Katili yakalayıp götüren zabit, ölü bulundu. Sonradan öğrendim ki kabadayı geçinen Rum ve Ermeni ağaları , kollarmış onları; onları da işgal komiserleri. Ben- haşa- devlet değilim. Komiserle, orduyla başa çıkamam ama sokakta ne kadar maşaları, elleri kolları varsa hepsini kesebilirim, dedim. Kimdir yılanın başı, sen bilirmişsin?
-İstanbul’da namlı beş kişi var, evlat. Etraflarında da bir dolu çapulcu. Baş edebilecek misin? Evvela onu bilmem gerek. Zira bu adamlar, kanlı katiller unutma.
-Kabe yoluna düşen karınca belle beni, ağam. Gidemesem de yolunda ölürüm.
-Görülüyor ki baş koymuşsun. Amenna. O halde uyarmadı demezsin. Kaldı ki ben sokaktan elimi eteğimi çekince, İstanbul’u bu itlerden birinin koruması hoşuma gider.
-Kim bu beş kişi ağam?
-Ardaş’ı aştım dedin değil mi?
-Evet ağam. Ardaş’ı sayma o zaman. Dört kişi var, alt etmen gereken. Hırsıza, karmanyolaya Hiristo bakar. Hiristo Anastadiyadis. ağabeyi Koço ile birlikte. Pera’da saklanırlar. Onları aramana gerek yok. Kosti, onların adamı olduğundan yakında seni bulurlar. Dikkatli ol. Kaçak içki ve kumar, onlara Arap Hüsnü bakar. Ardaş ile yenişemediysen, Arap Hüsnü seni korkutamaz. Yeter ki yeke yek vuruşun. Adamı çoktur ama pusuya kafası çalışmaz. Heyula gibi iri yarı bir tip ama asıl alameti, sağ kulağının kıkırdak kısmının olmaması ve sol gözündeki perde. Ha, bir de çenesindeki çukur. Görünce tanırsın. Tophane civarında mekan tutar. Diğeri, Solak Ligor. Katil. Unkapanı’ndan Eyüp’e kadar, onun raconu geçer. Sağ kolu sakattır ama sol kolu o eksiği kapatır. Gördüğüm, en hızlı bıçak kullanan adamdır. Gaddarlığı ile meşhurdur yani. Ardaş bile çekinirdi ondan haberin olsun.
-Hiç vuruşmuşlar mı ki?
-Yok, deli deliyi görünce sopasını saklamış. Son olarak hepsinin akıl vereni, Şık Manol.
-Biliyorum onu.
-İyi o zaman, İngilizlerin onu kolladığını da biliyorsundur. Hiç kimseyi öldürdüğünü duymadı kimse ama öte yandan İstanbul’da dökülen her kan, onun işidir. Lakin hepsine dikkat etmen gerek.
-Kimse kolay olacak demedi zaten ağam. Ama usturasına güvenen, usturasının hakkını veren kim varsa kollasın kendini.
-Sana bir sansar, bir sırtlan bir de çakal verdiysem; Manol, tilkidir.
-Sırtlanlar çakallar dolanmaya başlamışsa vakit, aslanın vaktidir. Ben müsaade isteyeyim ağam. Yine gelirim müsaaden olursa.
-Hane senin, ocak senin. Başım gözüm üzerine, oğlum. Kendine dikkat et. Allah yardımcın olsun. Selametle…
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!
Tebrikler