Aradım, onu nerede beklediğimi tarif ettim, yavaş yavaş hızlanan kalp atışlarımı duyuyordu sanki telefonun diğer ucunda.
Geldiğini uzaktan görünce onu karşılamak için hızlı adımlarla ona doğru yürüdüm, yolun karşısındaydı işte, sadece bu tarafa gelmesi gerekiyordu.
İşte tam şu an sadece on adım vardı aramızda.
Havanın ne kadar soğuk olduğunu fark etmemiştim bile, aslına bakarsanız dizlerimin titremesi heyecandandı ama ona “Çok soğuk ya, o yüzden” deyip geçiştirdim, aklında heyecandan ayakta duramayan küçük bir çocuk gibi kalmak istemiyordum. Siyah deri ceket, siyah bir bere, siyah pantolon, siyah botlar ve tüm bu siyahların arasında insanın dikkatini çeken bordo kazak. Birkaç saniyede aklıma kazımıştım bunları – aradan dört yıl geçti, o görüntü hala aklımda -, sanki rüya gibiydi.
Gerçek olabilir miydi?
Karşımda mıydı şu an?
Elimi uzatsam o berenin kenarlarından omuzlarına dökülmüş saçlarına takılır mıydı parmaklarım?
İşte o an sarıldım ona, biliyordum ki o an sarılmazsam bir daha sarılamayacaktım.
“Hadi içeri geçelim, üşüme daha fazla” dedi ama ben cümlenin anlamına değil, onun sesine odaklıydım; öyle ki cümlesini tekrarlamak zorunda kalmıştı: “Üşüme”. Kolunu hafifçe omzuma koydu, yaklaşık beş adım attık içeri doğru. Utanmaya başlamıştım, daha aramızda hiçbir şey yokken bile mutluydum çünkü, sanki yüzümden tek tek okunuyordu hislerim ve oradaki herkes bana baktığında görüyordu ne kadar mutlu olduğumu.
Sol taraftaki ilk masada yemek yiyen bir çift vardı, ikinci masada ikiz çocukları olan bir aile, onları geçtikten sonra ulaşmıştık merdivenlere.
Merdivenlerden çıkarken yan yana durmamız olanaksızdı ve o yirmi basamağı ondan ayrı çıkmak bile zaman kaybı gibi geliyordu, işkence gibiydi, hemen önümdeydi ama yanımda değildi ve ben bu kadarcık ayrı olmayı bile kabullenemiyordum. Yukarı çıkana kadar ne söyledi hakikaten hatırlamıyorum, sanırım müzik grubundan bahsediyordu ama konu içeriği değil onun konuşma şekli beni ilgilendiriyordu.
Bir ara “Nereye oturalım?” dedi,
“Fark etmez” dedim, bu kararsızlıktan değildi, gözlerimi ondan alıp etrafa bakamamıştım ki.
Sağ köşedeki masaya geçtik, beresini çıkarırken “Sen nereye oturacaksın?” diye sordu. Cevap vermeden tam karşısındaki o kocaman sandalyeyi çekmeye çalıştım, bu uğraşımı “Yanıma otur istersen.” cümlesi böldü.
Hafif bir gülümsemeyle yanına geçtim. Yanındaydım ya. Artık sözde değildi bu kelime, gerçekten yanındaydım. Rüyalarım gerçekleşmişti. Bir yıldır tanışıyorduk ama o gün beraber geçirdiğimiz bir saat, bir yıldan çok daha güzeldi.
Birimizi az çok tanıyorduk zaten, daha çok bilmediğimiz yönlerimiz, bazı konulardaki düşüncelerimiz ve o an orada gelişen olaylar hakkında konuştuk.
Bazen bilerek sustum, gayet iyi bildiğim konularda “Bilmiyorum.” dedim, sırf anlatsın diye, sırf sesini biraz daha fazla duyayım diye.
Yıllar geçti, hala unutmam sesini, hayatımda bir kere duyduğum o sesi…
Gitme zamanı geldiğinde ise dökülmedi “Gitmem gerek.” cümlesi dilimden, söyleyemedim. Elimden geldiğince uzattım, bahaneler buldum gitmemek için, fakat bir yere kadar idare etti bunlar beni.
En sonunda söyledim gitmem gerektiğini ama nasıl veda edecektim ki ona? Bir saatin sonunda tüm dünyam o olmuştu, sanki daha önce kimseyi tanımamıştım, hafızam silinmişti, şimdiye kadar sadece o varmış gibiydi…
O ayrı ayrı çıkıyoruz diye üzüldüğüm merdivenlere geldiğimizde, bir saat öncesine, merdivenleri çıktığımız ana geri dönmek istedim, içim parçalanıyordu resmen, o merdivenden inince bitecekti her şey, büyü bozulacaktı, rüyadan uyanacaktım.
Uyanmak istemiyordum.
Ben o gittikten sonra eski hayatıma nasıl geri döneceğimi düşünürken, çoktan onu ilk gördüğüm yere gelmiştik. Ceketinin cebine koydu ellerini, acele eder gibi bir hali vardı, bu kadar çok mu istiyordu gitmemi?
Telefonunu çıkardı, “Çok özür dilerim, ufak bir işim var.” dedi, yaklaşık bir dakika telefona baktıktan sonra “Evet, şimdi önden buyrun hanımefendi.” dedi ve bana gitmem gereken yolu işaret etti. Sarılmamıştık bile vedalaşırken, son bir kez sarılmayacak kadar mı sevmedi beni, diye düşünüyordum ki hemen yanıma doğru yürüdüğünü fark ettim.
“Sen nereye?” diye sordum, açıkçası biraz üzgün, biraz da sert bir ses tonuyla. Başımı sol tarafa doğru çevirmiş, öyle yürüyordum. Gözlerim dolmuştu sarılamadığım için ve beni bu şekilde görmesini istemiyordum.
“Seni gitmek istediğin yere kadar götüreceğim.” dediğini çok net hatırlıyorum, bayağı mutlu edici bir cümleydi benim için.
“Gerek yok, arkadaşlarım bekliyor zaten, kaybolmam merak etme.” cümlesini söylediğim an gülmeye başladı.
“Kaybolmayacağını biliyorum. Bahane bulma işinde çok beceriksizim, değil mi? Gideceksin, bunlar son dakikalarımız ve ben bu dakikaları sonuna kadar seninle geçirmek istiyorum.”
Bu sefer gözlerim mutluluktan dolmuştu ve bu sefer beni görmesini istedim; başımı kaldırıp yüzüne baktım gülümseyerek. O hala gülüyordu. Kendime “O da mutlu işte, mutluymuş.” dedim, onun mutluluğu en önemli şeydi çünkü.
İskeleye belki de iki yüz metre vardı, benim adımlarım gittikçe yavaşlıyordu, son dakikalarımızı birkaç saniye daha uzatmaya çalışıyordum.
Kaçış yoktu ama, yol bitmişti, ayrılık vakti gelmişti, hiç benim olmayan birinden ayılmak çok daha zordu.
Kafamda o bir saatle ilgili onlarca farklı senaryo dolaşırken, bir el tuttu elimi. Şaşkınlık içinde elime bakarken, o hala gülümsüyordu, evet sarılamamıştım ama elimi tutmuştu ve o saniyeler hayatımın en güzel saniyeleriydi.
Gitmemek için can atıyordum, onun elini bırakmamak için, sesini hayatım boyunca duyabilmek, gülümsemesini hayatım boyunca görebilmek için…
Arkamı döndüm, attığım her adımda bir damla gözyaşım düşüyordu yere, karışıyordu onca insanın ayak izine, ve son kez sesini duydum: “Hoşça kal!”
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!
çok güzeldi…
Çok teşekkür ederim ^^