Yağlı gri boya ile boyanmış, üzerinde kâh yağmurdan kâh çürümeye başlamış metalin boyayı bozup yer yer kabartmaya başladığı, bir insan boyunu aşan demir kapını önünde durduk. Gökhan‘ın ellerinden sıcacık elimi çektiğimde, soğuk havanın etkisiyle hafif karıncalandı. Midesinde kelebekler nasıl uçuşuyordu insanın? Anlıyordum. Yüzümde serseri bir kız belirmiş, her an kahkaha atabilecek gibi sinsice göz bebeklerimin arkasına saklanmıştı. Demir kapının yukarı kısmındaki parmaklıklara ulaşabilmek için parmak uçlarımda yükseldim, ucunda asma kilit asılı duran pek kalın olmayan zinciri dışarı doğru çektim. Kırmızı plastik kalpten anahtarlığıma dizdiğim anahtarlardan küçük olanı, kilide yerleştirip çeviriyordum ki:
‘’Çok değil biraz daha dolaşsak. ‘’ dedi.
Anahtarı gerisin geri çektim asma kilitten, zinciri tekrar kapının arka tarafına salladım. Bu dillendirilmemiş bir evetti, üstünde konuşmadık. Sadece yürüdük, aklından neler geçiyordu bilmiyordum. Ben, insanın bir amacı olması gerektiği fikriyle savaşıyordum. Bir aşağı bir yukarı koşuşturan kalabalığa bakıyordum. Durmaksızın bir telaş sürüp gidiyordu, ortalama yetmiş yıldı ömrümüz… Beynim, içerisinde yaratılan karmaşanın farkında mıydı acaba? Işıklı caddeye varana kadar konuşmadık. Kaldırımın az altında kalmış bir çayevine geldik, sonra. İki küçük basamak indikten sonra içeriye girebildiğimiz alçak tavanlı çayhanenin camekanı, uzun zamandır silinmemekten grileşmiş, arkası yaldızlanmış bir aynaya dönmüştü. Mavi boyalı, arkalıksız, bez taburelere oturduk. Yadırgadığımı mı düşünüyordu?
‘’ Yazarlık yapmak istiyorsan, halkı tanı. Gözlemle. Her insan, bir hikayedir. ‘’
Az sonra içeriye kısa boylu, saçının arkası iyice açılmış, şişman sayılamayacak bir adam girdi. Etrafına bakındı. Gökhan’ın başıyla onaylar gibi bir hareketi ile, bir tabure çekip yanımıza oturdu.
-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam, dayı.
-Nasılsın? Ne var ne yok?
-İyilik güzellik… Senden ne var ne yok?
-Ne olsun…
Kısa boylu adam, avuç içlerini birbirine sürtüyordu. Dışarıda bir ayaz bir ayaz, diye yakındıktan sonra:
‘’ Muharrem, bir çay getir bize. ‘’ dedi, iliştiği tabureden, semavere yeni attığı odun parçalarını tutuşturmaya çalışan çaycıya dönerek.
Çaycı; esmer, ince yapılı, güler yüzlü, uzun boylu bir adamdı. Omzundaki kirli havluyu indirip öbür omuzuna attı, suya tuttuğu ahşap yemek tepsisine benzer bir tepsiye üç çay bardağı yerleştirip içlerine kaynamış suyu döktü. Önce bardakları ısıtıp, sonra o suyu tepsiye döküp çayları doldurdu. Nar kadar kırmızıydı, dem. Çayları masaya koyup, tepsisini alıp gitti. Omzundaki havluyu mütemadiyen bir sağa bir sola atıyordu. Ne kadar tez canlı bir adam diye düşünmüştüm. Masadaki adam, hayat pahalılığından, havaların soğuğundan, çocuklarının masrafından dem vuruyordu. Gökhan uzun uzun dinliyordu onu, teskin eder gibiydi sessizliği. Adamı incelemekten, anlattıklarını dinleyemiyordum. Tuhaf bir sesi vardı. Konuşmasında telaş değil, artık bağdaş kurup oturulası günlerin özlemini taşıyordu. ‘’ Hanım bekler, gideyim artık. Haydi, Allah’a emanet. ‘’ diyip çıktığında bile, tavırlarına bir anlam yüklemeye çalışıyordum.
-Tanıyor musun bu adamı?
-Hayır, insanlarla konuşmak için tanış olmak şart mı?
-Tuhaf adamsın, Gökhan.
-Korktun mu benden?
dedi gülerek.
-Hiç alakası yok, şaşırdım. Hiç tanımadığın bir adamla dakikalarca sohbet ettin ve hiç tanımadığımız bir adam, bize çay ısmarladı.
-Bunun anlamı ne biliyor musun? Koşulsuz sevmek, insanoğlunu. Bir şart beklersen, soğur kalbin çünkü. İyi yönleri değil, kötü yönleri görmeye başlarsın. Ve iyi yönleri görmeden, bir yazar olamazsın.
Göz kırpıyordu bana. Yazar olma fikrini, neden böylesi dert edinmişti kendine? Bilmiyordum.
Çayının kalan kısmını tek seferde kafasına dikip, alelacele kalktı masadan:
-Biraz yürüyelim.
…
Peşine takıldım. Basık olan dükkândan sert soğuğa adım atınca, ayaz yüzüne kapı gibi çarpıyordu insanın. Fakat dışarıda yürürken birkaç dakika önce aynı rüzgâr, yüzümden bir nefes gibi akıp gidiyordu. Tekrar karanlığa karışmış yürüyorduk, elimi elinin içine alıp yeniden cebine koydu. Eski bir köprünün tam ortasında öylece duruyorduk. Köprünün altından çay akıp gidiyordu uzaklara, yer yer donmuştu. Ilık ılık akıyordu sanki. Nereden biliyordum? Bilmiyordum. –öyle olmasını istiyordum-Solda, kalenin eteğine uzanan eski kent duruyordu; sağda ise yeni kent. Yeni kent dediğime bakmayın, her yer aynıydı aslında. Aynı derece yaşanmışlık içeriyordu. Tam ortada durmak, bir nevi nötrlenmek gibiydi yine de. Elimi bıraktı, köprünün korkuluklarına yaslandı. Öylece kalmıştım, donmuş gibiydim. Ayaklarımı vurmaya başlayan siyah topuklu botlarımı unutmuştum, Gökhan’ın irislerindeki keskin ayrımı gördüğüm anda. Ne düşünüyordu bilmiyordum, fakat bilmenin beni pek mutlu etmeyeceğini seziyordum. Sormadım, ben de dirseklerimi korkuluklara dayadım. İkimiz de çayı izliyorduk. Kafamda yine başka sorular: Nereden başlardı, nereye dökülürdü, hangi gamları taşırdı?
‘’ Bu çay, dağların eteklerinden doğar. Ülke ülke gezer, biliyor musun? ‘’ dedim.
‘ Yanlış. ’ dedi, çayın göbeğindeki girdaba dalarak:
‘’ Bu çay senden doğar, başka bir dereye akar. Oradan antik kentimin taş sokaklarını doldurup, beni boğar. ‘’
Öylesine derin nefes almıştı ki, nefes alışında boğulacağımı sanmıştım.
Çocukken bir masal anlatılırdı büyüklerimiz tarafından, çaya yaklaşmamamız içindi belki; belki de Külkedisi anlatmaktan sıkılmış, eski bir masalla doyurmak istemişlerdi uykularımızı. İki aşık, boğulmuştu çayda; birbirlerine kavuşamayınca. Denir ki: Tam göğsünde bir sarmal halinde üzerine düşen her şeyi yutacak gibi dönen o dibinde kuyu varmış izlenimi veren girdabı bundandır. Tam taşkın mevsimiydi, suları yükselmişti.
‘’ Fazla yaklaşma , düşersin; çay, yutar seni. ‘’ dedim.
Gülümsedi, kollarından birini korkuluklardan indirip göğsündeki cebe daldırdı. Ceplerine doldurduğu, minik bir fotoğraf koleksiyonu çıkardı:
‘’ Bak, bu kardeşim. Nasıl, hiç benzemiyoruz değil mi? ‘’
‘’ Evet. Sen esmersin, o sapsarı. ‘’
Minik albümündeki kişileri anlatmaya devam ediyordu, gülümseyerek dinliyordum onu.
‘’ Bu annem, bu babam… ‘’
En sonda bir başka kız ile kafa kafaya vermiş fotoğrafları vardı, sıra ona gelince; duraksadı. Yüzüne baktım, bir cevap bekliyordum. Bir fotoğrafa ne kadar uzun süre bakılırsa o kadar uzun süre bakıp iç geçirdi. Fotoğraftaki her kimse, alelade biri değildi…
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!