Kara Göründü
” Elleri sıcacıktı, hiçbir zaman ısınmayan ellerimden utanmıştım.
Parmaklarım, kütükten bir parça gibiydi… ”
Birkaç adım ilerimde yürüyen, kendisi kadar karanlık kabanının yakalarını ağzına kadar kaldırmış, boynunu omuzlarının arasına iyice çekmiş olan adamı seyrediyordum. Sakince yere düşen kar tanelerinin altında ellerini cebine koymuştu ve düşmemek için ayaklarını yere sağlam basmaya çalışıyordu. Dudaklarının arasındaki sigara, kâh cılız dumanlar çıkarıyor, kâh adamın birer nefes almasıyla kağıdının etrafında ufak kıvılcımlar oluşturuyor; sonra yeniden karanlığa gömülüyordu. Onun bir film kahramanı olduğunu, gerçek hayattaki kişi ve kurumlarla bir ilgisi olmadığını hayal etmiştim. Kendi zihnimde yeni bir role bürümüştüm onu: Kendisinden kaçan ve kendisine yetişmek için çok da acelesi olmayan bir adam.
Nasıl ama, çok etkileyici değil mi? Karanlıkta bir adam yürüyor, elleri ceplerinde ve tamamen sırlarla örtülü. Attığı adımlar belli belirsiz, sanki hiçbir yere ait değil ve olmak da istemiyor belki. Belki de bir film karakteri olmak isterdi o da; filmlerde paran hiç bitmezdi, her şey, toz pembeydi ve çözümsüz problemler yoktu. Kaldırımların sağına ve soluna özenle ve bir plan dahilinde yaptırıldığı belli olan, eski Rus evlerinin kapı tokmaklarına takıldı gözlerim. Yaldızları dökülmüş, hatta yeşil-mavi arası tuhaf bir renge dönüşmeye başlamış, kendilerine en son dokunan ellerin sıcaklığını unutmuş tokmaklardı. Biraz ötede yürüyen adam, sağa dönerek uzaklaşmaya başlamış ve yolumuz ayrılmıştı. Demek ki bir yeri vardı, yolunu sağa çeviren bir sebebi vardı. Bir elin sıcaklığını unutmak…
Buzda kayıp düşmemek için penguen gibi paytak paytak yürüyordum, denge kurmak için ceplerime sokmadığım ellerim üşümüştü. Sağ elim ile sol elimi tuttum. Nasıldı bir insanın elinin sıcaklığını hissetmek avuç içlerinde? Gökhan‘ı anımsadım, tanışmamla kaybetmem bir olmuştu; ellerinin sıcaklığını hâlâ duyumsayabiliyordum avuç içlerimde oysaki. Ölmek, tuhaf bir şeydi; soğuktu. Üzerine düşünmenin beyni bulandırdığı, düşünmekle anlamlandırılamayan bir bilinmezlikti. Bu yollarda birlikte yürüdüğümüzü anımsadım, onu tanımadan önce ne kadar kırık olduğumu… Kapı tokmaklarına öyle benziyordum ki bu halimle; kelimeler arasında boğulurken ve dilde tuhaf bir tat bırakan o berbat metal eksiliğine dönmüş hislerim tevazu ediyor iken. Kokusu, ele yapışıp kalan bozuk paralar gibi sesler çıkarmaya başlamışım cebe doldurulduğumda. Hayal gibiydi. Nasıl tanımıştım onu, nasıl kaybetmiştim? Ne olmuştu, nasıl olmuştu? Zaman, dişli bir çark gibiydi;ilerledikçe öğütmüştü. Hem beni, hem de her şeyin gerçekliğini.
……..
–Bir amacı olmalı insanın, hayatı daha anlamlı kılmaya yarayacak bir amaç?
-Ne gibi mesela?
-Mesela, dedi. Vakit kazanmak için ‘a’ harfini uzatarak. Sonra devam etti: Mesela, bir zeytin ağacı dikmeli, dalında zeytin yemek için. Yahut sırf gezmeli, dünyayı dolaşmalı, okunacak milyonla kitap, keşfedilecek bir sürü nehir ve göl var. Ve düşünsene ortalama yetmiş yıl ömrümüz var iken biz, burada oturuyoruz. Mesela, sen şu kitabı okudun mu? dedi ve elindeki kitabı uzattı. Okumamıştım.
–Eğer ödünç verirsen okurum, dedim.
–Al senin olsun, sen yeter ki oku. Ben, bütün kitaplarımı veririm sana.
–Teşekkür ederim, dedim hızlıca.
Ona anlatmak istediklerim vardı, konuşma uzayıp başka yerlere gidecek korkusuyla aceleci davranıp:
–Aslında gitar çalmak isterdim, ya da bir roman yazmak. Ben yazar olmak isterdim aslında. Beceremedim…
dedim.
–Nereden biliyorsun beceremediğini, denedin mi?
-Şey, hayır. Duvarımda öylece duran bir gitarım var ve herkes uyuduktan sonra kendi halimde bir şeyler yazıp çizdiğim mavi kapaklı defterim.
-Bu yaptığın neye benziyor biliyor musun? Dolap kitap dolu, ben de okuma-yazma biliyorum fakat hiçbirini okumuyorum; çünkü, beceremem. Çabalamalısın. Bu dediklerin mesleğin olmak zorunda değil, hobin bile olabilir.
-Bilmem, bilmiyorum. Ben hiç böyle bakmamıştım.
Güldü, hafif çekik gözleri iyice kısılmıştı:
-Tabi öyle bakamazsın. Acıktın, tek düşüncen yemek yemek şu an değil mi? Gel buraya.
Dedi ve kafamı kucağına alıp saçlarımı karıştırdı, bunu daima yapardı. Gel bak sana ne göstereceğim, dedi ve kalkıp yürümeye başladı. Odasındaki yatak demirini tutup havaya kaldırdı, koyacağı yer olmadığından şikâyet ederek kitaplarını gösterdi; yatağının altı tamamıyla kitap ile doluydu. Yere diz çöküp, kütüphanesini karıştırmaya başladı.
-Ne tür kitaplar okursun sen?
-Sabahattin Ali, Victor Hugo, Reşat Nuri Güntekin… Ne bileyim, okurdum işte çokça.Sen sorunca unuttum. Şimdi gerilim kitapları çok okuyorum, hoşuma gidiyor.
-Yapma, düşme o batağa; gerilim romanlarının sana katacağı hiçbir şey yok. Üstelik kelime hazineni de geliştirmez.
Kitapları karıştırmaya devam ediyordu, kitaplığında öylece duran sarı kapaklı bir kitap çıkardı. Kapağındaki tozu eliyle sildi, kitabın arkasına bakarak:
-Eğer gelişmek ve farklı pencerelerden bakmak istiyorsan; felsefe, sosyoloji, psikoloji de okumalısın.
Dedi ve ucunu kıvırdığı sayfayı açıp, altını çizdiği yerleri okumaya başladı. Onu dikkatlice dinleyip anlamaya çalışıyordum, fakat anlamıyordum. İncelemek istediğimi düşünerek, kitabı bana uzattı:
-Ben bu kitabı da alabilir miyim?
-Elbette. Ben zaten okudum, istersen al hepsini götür. Ama bir köşeye kaldırıp atmak yok, okuyacaksın.Söz ver?
-Ya daha sonra açıp içine bakmak istersen, tekrar incelemek istersen?
-Ben bu kitapları okudum, hatta altını çizdim. Evet hatırlamayacağım ve hatırlamaya çalışacağım. Fakat bir kitabı okuduktan sonra, onu hayatında yaşamaya başlamışsan ve düşüncelerini değiştirebilmiş ise o zaman anlamlıdır. Benim dolabımda olmasa da olur, ben sindirdim okuduğumu. Yatak altında çürüyeceğine sen de oku, sen de faydalan. Anladın mı?
-Evet, teşekkür ederim.
Dağılan kitaplarını tekrar yerleştirmeye başladı. Onu uzun uzun izledim, kitaplarını tek tek önünü arkasını sıvazlayarak yerleştiriyordu. Fakat onları okumak isteyecek birilerine seve seve verecek kadar da fedakardı. Derin bir nefes aldı, ayağa kalktı; yatak demirinden tutarak, kütüphanesinin kapısını kapattı . Saçlarımı tekrar karıştırarak yanımdan geçip mutfağa yöneldi. Gözlerimi devirerek peşine takıldım.
…..
Gökhan, minyon tipli, kara kaşlı, çekik gözlüydü. Kirpikleri öylesine uzundu ki, gözlerini açtığında kirpikleri kaşlarına kadar değerdi. Eczacıydı. Babasının Gökhan’a bir eczane açma çabaları, Gökhan’ın isteksizliği ile boşa gitmişti. Çünkü o, oyuncu olmak istiyordu; sahne tozunu yutmak, ünlü bir tirat gibi yaşamak istiyordu. Bu yüzden diplomasını aldığı gün, eve gelip cübbesini babasına giydirmiş ve diplomasını babasına vermişti.
‘’Sen diplomanı aldın, artık ben kendi diplomamı almak istiyorum.’’ demiş ve ilk konservatuar seçmelerine katılmıştı. Eğitimleri devam ederken bir yandan da gazetecilik yapıyor, sağda solda haber peşinde koşuyordu. Onunla, haber peşinde koşarken tanışmıştık. Bir akşam eve döndüğümde, eşyaların yerinin değişmiş olduğunu fark ettim; birileri, evime girmişti. Yalnız yaşadığımı da anlamış olmalıydılar. Hızlıca koşup, demirden ağır kapıyı kilitledim, pencereleri sıkıca kapattım; penceremin önünden karaltılar geçiyordu. O an tek düşündüğüm şey, hızlıca o evden çıkmaktı. Sokağa bakan pencereye yöneldim, penceremin hemen yanında kalınca dalları olan ağaca baktım. Ona tırmanıp kaçabilir miydim? Düşünecek zaman yoktu, girişte çıkardığım ayakkabılarımı hızlıca ayağıma geçirip, ikinci kattaki evimin sokağa bakan penceresinin hemen yanına dallarını uzatan ağaca tutunarak çıktım evden. Karanlık ıssızlıkta her an varlığımın çıtırtıları duyulacak korkusuyla, duvar diplerine saklanarak kaçtım. Issız bir semtteydi oturduğum ev ve ev sahibi bile yakınımda bir yerlerde değildi. Koşacak, dert anlatacak birilerini ararken bir saate yakın zaman geçmişti ve telefonum çaldı. Arayan ev sahibimdi:
-Ezgi Hanım?
Cevap bekler gibi sustu.
–Melih Bey, ben de size ulaşmaya çalışıyordum; evime hırsız girmiş. Penceremin önünden karartılar geçince kaçtım evden. Şu an hiç güvenli değil, hemen gelmeniz lazım.
-Biliyorum Ezgi Hanım, ben de bu yüzden aradım sizi. Evi yakmışlar. İtfaiye, şu an yangını söndürüyor. Fakat ifadeniz gerekiyor. Memur beyler, gelmeniz gerektiğini söylüyor.
-Ne? Aman Allah’ım. Hemen geliyorum.
Evden koşarak uzaklaşmanın ne kadar doğru bir karar olduğunu biliyordum. Korkunçtu, tuhaf bir şeydi bu korku. Birkaç dakika sonra ağaçlara tırmana tırmana kaçtığım yere geri dönüyordum, çelişki içerisindeydim. Evi yakanlar kaçmıştı, vardığımda hala yer yer dumanlar tütüyordu. Olay yeri incelemesi yapacak olan polisler ile içeri girdik, her yer yanmıştı. Kitaplarım, eşyalarım… Fakat üzülecek durumda değildim. Dışarı çıktığımızda gözümün içine içine kamera ışığı tutan iri yarı bir kameraman ve ufak tefek boyuyla durmaksızın bir şeyler sormaya çalışan bir muhabir vardı. O muhabir, Gökhan’dı. Ertesi gün polis merkezine giderek ifade vermemi söyleyen polis memuruna, yarın sabah gideceğimi söyleyerek oradan uzaklaştım. Ertesi gün polis merkezinde aynı muhabir ve kameraman duruyordu, peşinde koştukları haber ile ilgili birkaç bilgi alıp gittiler. Çocukluğumdan beri karakollardan ve adliyelerden korkardım. İki şeffaf kanadında yer çekiminin ağırlığını taşıyan bir böcek gibi hissederdim kendimi. Gökhan’ı ikinci kez gördüğümde yanıma gelmiş, kendini tanıtmıştı. Yangından sonra neler yaptığımı, nasıl olduğumu sormuştu. Ufak bir sohbetten sonra, biraz yürümeyi teklif etmişti. Derken, görüşmeye başlamıştık iki arkadaş gibi.
Az sonra kapıda anahtarın dönme sesi duyuldu, ardından ellerinde poşetler ile Kenan, içeri girdi. Ellerindeki poşetleri tezgaha bırakarak, üzerini çıkarmak için odaya gitti.
-İşte kurtarıcımız geldi.
Diye gülümsedi, Gökhan. Sonra da sesini yükselterek içeriye doğru seslendi:
-Kenan neler aldın, ne pişirelim? Ben salataya başlıyorum, çok açım. Ezgi de yemek yapsın.
Kenan, soğuktan büzüşmüş ellerini ovuşturarak:
-Hayır, yemeği ben yapacağım.
Diyerek, mutfağa girdi. Gökhan, elindeki salataları kocaman kocaman doğramış, domatesleri ocakta hafifçe ısıtıp kabuklarını soymaya başlamıştı. Kenan, elindeki iki orta boy soğanı, kesme tahtasını ve ufak boy bıçağı bana uzatarak soğanları küp küp doğramamı istemişti. Gökhan, elimden soğanları alıp kendi doğramaya başladı:
-Senin gözlerin acımasın.
Yere ekoseli kırmızı bir sofra bezi sermiş; üzerine ekmekleri, tabakları, Gökhan’ın yaptığı mükemmel salatayı yerleştirmiştim. Kapı tekrar açıldı, Demir gelmişti. Demir, evin en büyüğüydü. Ona herkes, ‘abi’ derdi. Ellerini yıkadıktan sonra, yer bezini dizlerine çekerek sofradaki yerini aldı. Yassı tavayı, sarı bir sofra beziyle tutacaklarından tutarak yere bıraktı Kenan. Az pişmiş kuş başı eti yerken Demir, Gökhan’ı ve beni ayrı ayrı süzüyordu:
–Sabahın saat yedisi, Cumartesi; bir baktım Gökhan uyanmış, çay koymuş, kahvaltı hazırlamış.
Dedi gülerek.
–Ee, abi sebebim var.
dedi Gökhan.
-Ben de şu an anlıyorum, sebebi varmış çocuğun.
Demir, hâlâ gülüyordu:
-Ee, siz sevgili olsanıza.
Gökhan ile birbirimize baktık:
-Demir abi, biz arkadaşız.
Dedim, fakat boşunaydı. Demir, gülmeye devam ediyordu.
-Kızım, sen de boş değilsin, Gökhan da boş değil. Çocuk, senin için kalkmış çay yapmış sabahın köründe. Sen de ‘biz arkadaşız’ diyorsun. Sen biliyor musun, bir kadına sabahın köründe kalkıp çay yapmak ne demek? Üstelik gözünün içine baka baka; ‘sebebim var.’ diyor. Ne desin daha?
-Şey ben kalkayım, geç oldu.
Diyip, fırladım ayağa. Gökhan için bir sebep olmak güzeldi, fakat bu sessiz konuşma ile kendi içimde kendime fısıltıyla tekrar edip içten içe sevineceğim, sonra da kendimi susturup yetineceğim bir andan ibaretti. Gökhan da kalktı benimle:
-Geç oldu, seni ben bırakayım.
Karın tekrar yağmaya başladığı, ılık bir havaydı. Taze kar, eski buzların üzerine yeni dökülmüş un gibi duruyordu. Gizli buz diyorduk buna. Fark etmeyip de basarsan, ustura gibi kaydırır duşürürdü insanı. Derin bir nefes aldım, bunu her karanlığa çıktığımda yapardım. Dünyanın bütün çöplerini, insanların bütün kötülüklerini örterdi gece; bu yüzden en çok akşamlarını severdim, kentlerin.
Dengemi sağlamak için cebime koymadığım ellerim ve paytak yürüyüşümle bir penguene benziyordum.
-Koluma girsene, kayıyor ayakların.
Gökhan’ın koluna girdim, hiçbir şey konuşmadık.
-Elini cebime koyabilirsin, böylelikle kaydığında seni tutmuş olurum ve ellerin üşümez.
Elimi cebine koydum, fakat ilk gizli buzda kayıp yere düştüm.
-Böyle olmayacak.
Dedi ve elimi yeniden cebine koyup parmaklarını parmaklarıma geçirdi.
-Artık düşmezsin.
Elleri sıcacıktı, hiçbir zaman ısınmayan ellerimden utanmıştım. Parmaklarım, kütükten bir parça gibiydi…
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!