Sabah, gazete bayisinin önünden geçerken gazetelerdeki manşet ilgimi çekti. Çok satan gazetelerden birinde :
” Ünlü polisiye yazarı Kamil Yurt, sabaha karşı bir çöp konteynırının kenarında ölü olarak bulundu. ”
İlk incelemelere göre, ünlü yazarın kurşunlanarak vurulduğu söyleniyor. Emniyet güçleri, ” Olayın failleri, en kısa sürede yakalanacaktır.Kamuoyunun en ufak bir şüphesi olmasın. ” diyerek açıklamada bulundu.” Bir başka gazete ise, ” Ünlü polisiye yazarımızı kaybetmenin acısı içerisindeyiz. Bundan böyle her gün, yazdığı yazıları gazetemizden okuyabilirsiniz! ” yazmıştı.
Yaşarken pek işe yaramadı ama öldükten sonra bir hayli ün kazandı. Demekki Komiser Arif, ben evden çıktıktan sonra dışarı taşımıştı onu. Bir gazete alıp yoluma devam ettim. Az ilerideki pastaneye gidiyordum. Aslı, orada çalışıyordu. Size Aslı’dan bahsetmek isterdim, onun güzelliğini anlatmak isterdim ama ona aşık olmanızdan korkuyorum. Bir de sizi öldürmek istemem. Yazarın şu hayatta bana tek yaptığı iyiliktir, Aslı. Onu da yazdı: ” Sen bu kıza aşıksın. ” dedi. Rol icabı aşık olurum dedim ama sonra onu görünce gerçekten aşık oldum. Tereddüt etmedim değil, ” Yazar neden bana bu iyiliği yaptı? ” diye düşünmüştüm ama sonradan işin rengi çıktı ortaya. Meğer Aslı’yı Komiser Arif’in kardeşi olarak yazmış ipne! Aslı, ona aşık olduğumu bilmiyordu. Belki de biliyordur. Sonuçta aynı romanın içindeydik. Pastane fazla kalabalık değildi, birkaç masa doluydu; onlarda da cebinde fazla para olmayan liseli aşıkların, ucuza karınlarını doyurup hem de öpüp koklaşanlar vardı. Kapıya yakın masalardan birine oturdum, iki peynirli poğaça bir meyve suyu istedim. Çay, pek içmiyorum. Aslı’yı aradı gözlerim ama yoktu. Sordum, izin almış. Gazeteyi okurken bir şey dikkatimi çekti. Komiser Arif de oradaydı, olay yerinde çekilmiş fotoğrafların içinden onu görebiliyordum. Hem öldür, hem taşı, hem katilini ara. Kahvaltım bittikten sonra hesabı öderken fazla param kalmadığını fark ettim. E benim bir mesleğim yoktu ki. Yazar bana ne meslek verdi, ne iş… Romanda bir ara bana kuyumcu soydurmuştu. Az çok aklımda kaldı bir şeyler ama bilemedim ki. Yüzüme bir maske, elime bir tabanca; ” Eller yukarı, bu bir soygundur.”
Tamam, mecbur yapacağız artık. Soyacağım kuyumcunun sahibi, tefecilik yaparak milletin ahını ala ala zengin olmuş. Soyulmayı hak etmişti yani. Bir hafta boyunca kuyumcuyu görebileceğim çevre kafelerde takıldım, hangi saatlerde kuyumcu yoğun olur, hangi saatlerde kaçış güzergahımda yol boş olur, hepsini tek tek kontrol edip en uygun zamanın Çarşamba günü saat öğleden sonra üç buçuk olduğuna karar verdim. Hem yollar boş hem kuyumcu rahat olacaktı, yani ilk seferinde öyle rahat olmuştu. Planım az çok tamamlanmıştı. Saat 15:20’de kuyumcu, dükkanı kalfasına emanet edip yemeğe gidiyor ve dörde yirmi kala geliyor. Yani ne olacaksa o yirmi dakikada olmak zorundaydı. Saat 13:30 gibi altınları içine koyacağım boş çantayla birlikte kuyumcunun çaprazında bulunan kafeye, son gözlemlerimi yapmaya gittim. Kuyumcu dükkanı sakindi; çırak dükkanı süpürüyor, kuyumcu sahibi de televizyon izliyordu. Ne arzu ettiğimi soran garsona az kalsın, ” Şu kuyumcu soygununu sorunsuz halletmeyi arzuluyorum. ” diyecektim ki, son anda kendimi toplayıp bir bardak şeftalili soğuk çay istedim. Vakit geçsin diye gazete sayfalarını karıştırırken öldürülen yazarın yazılarının yayımlandığı köşeye denk geldim. Öykü yazmış, Komser Arif ile ilgili onun bi cinayeti nasıl aydınlattığını yazdığı vasati bir öyküydü. Sıradan bi öyküydü. Yazarı yazar yapan Komiser Arif değil bendim ama bunu göremedi. Saat 15:20 de kuyumcu eve gitmek üzere hazırlanmaya başlamıştı.. İşte sahne sırası bana gelmişti. Saat tam 15:30 da kuyumcu kapıdan çıktı ve evine doğru yürümeye başladı beş dakika bekledim kafedeki hesabı ödedim. Kafeden çıkıp kuyumcuya girerken maskemi taktım, nolur nolmaz diye şarjördeki mermiyi namluya sürdüm. İçeri girdim, silahı çırağın alnına dayadım ve yanımda getirdiğim çantayı uzattım. Zeki çocuk! Daha ağzımı açmadan çanta altınlarla dolmuştu bile. Belki de tefeci patronunun, altınlarının gitmesine üzülmüyordu. Çanta dolmuştu, artık çıkma vaktiydi ama planda olmayan bir şey oldu.
” Noluyo lan! ” diye bir ses duydum. Kafayı çevirdiğim gibi kuyumcuyu gördüm. Belinden silahı çıkarıp bana doğrulttu, her şey o anda oldu. Silah patladı. Mermi kimden çıktı o an anlayamadım. Alnındaki mermi deliği ile yere düşen kuyumcuyu gördüğüm an, kendime geldim. Çantayı da alıp dışarı çıktım. Üzerime gelen insanları görünce havaya birkaç el ateş edip hızla koşmaya başladım. Ne kadar koştum bilmiyorum. Peşimden kimse gelmediğinden emin olduktan sonra bir camiye girdim, şadırvanda elimi yüzümü yıkayıp kendime geldim.
Tekrar katil olmuştum ve başım cidden dertteydi.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!