Manasız Ehemmiyetler (10. Bölüm)
Bu manasız hesaplaşmanın, görünen tarafından oklar üzerime bir bir geliyordu. Eskiden aktı diye düşündüğüm az da olsa umutlu olmak, artık damlamıyordu bile. Sebebi, en nihayetinde sadece babamın gerçeklerini duymamdan kaynaklı değil. Geçmişten gelen bir buhran bu. Belki de bundan beslenen, empatiden yoksun molozlar arasında kala kala onların süslü kıyafetlerine bezenmişti bu Ay gibi aydınlık gece. Ne yapmak gerekirdi şimdi? Kim gibi düşünmek gerekirdi ki bu soruların hepsine mantıklı cevap bulmak için? Selim, Aydan, Tevfik, Rıfat, Nermin Hanım hatta ev sahibi Nemika. Soruların cevaplarını veremezlerdi elbette ama yontabilirlerdi potalarında.
Selim, kırkından sonra aşka inanacak ya da inandıracak kadar aklıyla, Aydan kendisinden on yaş büyük Selim’in onu gerçekten eşi olarak gördüğüne inanacak kadar ileri görüşsüz, Tevfik’in bir anda gelip bomba etkisi yaratması kadar çarpıcı, Rıfat’ın yaptıklarına karşılık aldığı ödül! Nermin’in hala eski haline dönebileceğini düşünmesi kadar acınası ve biraz umutlu, Nemika’nın taptığı paraya karıştırdığı oğlum gelecek teranesi kadar ucubelikten öteye gitmeyecek sözleri mi? Herkes bir bakıma bir şeyler söylerdi kuşkusuz.
Peki Berna? Onu karıştırmak istemiyorum bu çıkarsamaya. Neden? Verilen değerden ötürü mü? Verilen bir değer varmış gibi görünmekten öteye ne kadar gidebilirdi ki ? Nereye gidersen git, yakılan bir portakal rengine bürünmüş en uzaklarından görünecek semâda.
Bakışsız bir duvardan daha mahkeme sıfatının yürek burkan hikâyesinden bir kesit mi? Bunu kim bilir? Kim şahit benden başka? Tüm bunlara vâkıf bir asalak gibi yaşayanlardan başka? Bunları bir tarafa bırakmam lazım.
Berna ile görüşmeliydi kendince. Geleceğe yön vermek lazım artık değil mi ? Kendine dön zamanı şimdi. Servetin boy aynasında kemirirler suratını. Alacaklı zamandan geriye boş bir kafes kalır.
Babamın ölümünden sonra epeyce sarıldığımı biliyorsun. O her şeyin aksini düşünen kalabalıktan öte, kişiliğimin durgun ve çaresiz bir yığına dönüşünü bir film edasında izlemekteyim. Elbetteki bu yalnız sana değil, herkese. Ümit ederim ki yaşamımızın devamında, kalan ömürden yılları elinde bir demet çiçekle gelip beni mutlu edeceksin. Bu cümleye pek tepki vermedi Gürkan. Hem isteyip hem istememe arasında kalan, hem mantığın hem de duyguların dışında kalan anlarda söylenen sözlerden bir tanesi gibi gelip geçici diye düşünmüştü son ana dek. Birden kafasına dank eden düşünceden ötürü, yüzüne işlenmişti etkilediğinin ifadesi. İkisi de birbirinin hayatı olabilecek güçlükte miydi gerçekten? Ardından hiçbir şey konuşmayıp birbirine bakarak gülümsemeyi tercih ettiler. Bu bir kabulün göstergesiydi belki de. Akşam için sözleştiler lakin evi taşımak için ertelenen sürenin de artık sonuna gelinmişti. Bir an önce halledilmesi gerekti. Umursamadı. Berna ile olmayı tercih etmişti; gidip anahtarı teslim etmek istiyordu. Bu ne güvenmiş şimdi?
Sorgulamayı bir kenara bırakmıştı; mutlu, umutlu olmak üzere. Bu buhranlar ve sorgular mutluluğa kapıyı kapatıyordu. Anahtarı iletmek maksadıyla onun yanından ayrılıp eve doğru yürüdü. Sadece kutuyu alıp çıktı, bir gün önce yaptığı gibi. Buna bir son vermeliydi. Minibüslerin kalktığı yokuşa doğru ilerledi. Evden epey uzaklaştıktan sonra pek kimsenin bulunmadığı bir anda kutuyu sertçe yere vurdu. Kutu o kadar sağlamdı ki o kuvvetle bile açılmamıştı. Zaten geçen gün yere vuruşunun ardından biraz büzülmüştü ama yine de açılmamıştı. Yerdeki büyükçe olan taşı aldıktan sonra var gücüyle kutuya vurmaya başladı. Kutu taşın o sertliğine dayanamayıp ikiye bölünmüştü. İçinde saman kâğıdına daktilo ile yer yer yanlış yazılanların üstü çizilmiş bir mektup buldu.
Rıfat’ın o kadar bastıra bastıra söylediği, en çaresiz anda açacaksın dediği şey, bu muydu? Kendinden bile sakladığı bu muydu gerçekten? Çok geçmeden usulca yerden alıp okumaya başladı bir bir.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!