Sarımtırak Neşelerin Gölgesi
Adiyi mi yoksa atiyi kıran bir avuç insancığı mı anlatsam ? Yakın uzak sohbetlerde yine tatsız insancıklar ve unutturamadıkları…
Yaşattıkları iki dirhem mutluluğa müptezel olan güzellikler. Geçtiğin sokağın kıyısında, artık kirlenmiş korkularıyla geziyorlar. Korkularıyla unuttukları, hatırlarında gezmenin yalan acıları ve gülümseyen maskelerinin altındaki okyanus mavisi çirkinlikleri. Hakaret etmek değil elbet maksadım ama unutturamadıkları bir şeyler var gibi. Örneğin umut gibi, küçücük de olsa bu bir ihtimal dâhilinde ezberlenen kelimeler duymak istemiyorum; yeter, kes şu saçmalığı!
Düşünce odalarını yak artık, küllerini nehre falan atmaya da kalkma. Bu kadar düşünmenin zararı, kendine bir yalan dahi olsa varsın güzel olmasın; ne çıkar? Neden bu kadar kurcalıyorsun demek de gelmiyor içimden ama göğsümden şu kurşunu çıkarasım var. Arafta kalmanın aslan busesinden portrelerinde oyalanmaktan başka bir şey değil bu çoğuna göre, kendi hayatımın kavgasında eline çekirdek alıp kavgayı izleyen yan karakterlerden farkım yok, hele hele bu vicdan döküntüleri sayfalarımda. Ya da şiddete sarılsam paramparça edilip tekrar ve tekrar bantlanan resimlerin hissiyatı gibi koyu, üstelik bunları yapıp hala eskimiş duvar dibindeki portrenin arkasına saklamak kadar da ahmakça. Neyse neyse durduk yere yalan söylemek de akıl karı değil ve en nihayetinde karşına çıkacak. İstesen de istemesen de kabullenmek, kabullenmek ne müthiş kelime…
‘’ Bir anka kuşu misali süzülürken yalnızlığa…’’
Dikkatini çekip aldı raftan. Arkasındaki özet yazısını okuduktan sonra kitabın içinden birkaç yerini karıştırmaya başladı. Bir süre sonra kitap evinden görevli olan biri, onu süzerek baktı. Halen ayaküstü kitap karıştıranlar da var demek ki.
Kadının yaydığı ışık içinde yayıldı, gölgeli kırışıklıklar gibi. Hiç oralı olmadan ayrıldı oradan. Elbette mabadı, birine entelektüel görünmek değil zaten geldiğinde de yalnız gelip bir şey almadan çıkıyordu. Ama unutmadığı ve onu çok etkileyen bir kitap vardı. Onu da yani onu etkileyen kahramanın prestijini kullanma saplantısı yoktu. Ahmaklığın tablosu, artık kemale ermeyecek kendini bulduğu Monte Kristo Kontu kitabındaki öcünü almak için onca zahmete ve eziyete katlanan ve içindeki o nefreti hayvansı bir bilinçsizlikle büyüten kahramana nedir bu kadar sempati?
Yaşadığını dramatize ederek gözünde canlandırdı. Zaman ve mekân farklı olsa da benzerliklerin olduğunu fark etti. Yoksa da o an için kalıbına uydururdu bir şekilde. İçindeki selleri anca öyle dindirirdi yalnız, yoksa bu nefret kime ne sağlardı? Ne için burun deliklerinin teşhirinde merhamet solumuyordu? Tabi, uğursuzluk… Kime göre ve neye göre ? En nihai amaç değil miydi merhamet ? Lakin kibir ve nefretin pençesinde bocalamaktan aciz onlara kapılarını sonsuza dek açan biri var, üstelik içindeki cesetlerden yuva yapmışken…
Ama merhamet nasıl olur ki? İş yerindeki kuş? O sayılmaz. Peki neden? Ahlakın buyruğundaki tezatların gereği bu. Hem nefret hem merhamet aynı kefede ve şikâyetten uzak dikkat denizinde ikisine de can simidi atmayacağım artık. Çünkü hayat günbegün açığa vurulanların içinde darağacında ve artık hiçliğin ufuk parçalarında günler ile dokunulmak istemiyorum.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!