ODAMDA
Ağzını kükrercesine açmış, her an kendisine bakanların üzerine atlayacak gibi duran, mermerden aslan heykellerinin önünden geçtiğimi anımsadım. Sarı bir fener duruyordu ayaklarının önünde, aydınlığı yüzlerine vuran. Bu, yontulmuş dişlerine daha büyük bir gerçeklik katmak içindi. Korkuyordum onlardan. Gece olup da yeşil gece lambamın ışığı, duvarları da yeşil odamı aydınlattığında bir tuhaf huzur içinde kafamı yorganımın ağırlığına gömüp bir başka düşünürdüm; bana korkutucu gelen ne varsa. Bir mitoloji tiyatrosuna dönerdi, göz kapaklarımın perdesi. Ben saatlerce izlerdim Zeus’u, Hera’yı. Bir zaman sonra sıkılır, başımı yorganın altından çıkarıp hemen karşımdaki sehpanın üzerinde nazlı nazlı salınan, annemin ‘ Afrodit ‘ diye tanıttığı, ufak heykelciğe bakardım. Onunla şehirlerin yalnızlıklarını konuşurdum. Daima birbirinin tersi yöne gidip gelen ve dengeyi hiç bozmayan insanlardan bahsederdim ona. Beton bir evde büyümenin soğukluğu, ciğerlerime küf kokusuyla birlikte dolardı ve ben, bir gayzer gibi buhardan nefesimle seslenirdim geceye. Karanlığın ifritlerinin biraz daha insaflı davranmasını isterdim. Bu, bir çeşit oyundu benim için: Kendimle Saklambaç.
Bir cam kenarı kadar yalnızdım, kendi içimde. Bir cam kırığı kadar keskin ve hırçın. Hiç arkadaşım olmadığından olacak, nesnelerle arkadaştım.Hatta bir defasında mavi bir saç jölesinin içine bir oyuncak yunus balığı ve iki tane kocaman bilye koymuş, oyuncak balığıma bir okyanus var etmiştim; çocuk aklımın meyvelerini toplarcasına. Onunla arkadaş olmuştum. Henüz denizin nasıl koktuğunu bilmediğim zamanlardı. Ufak kutuyu açar, koklardım; zannederdim ki deniz, kokuyor. Oysa yosun kokuyordu; biraz balık ve biraz ıslaklık…
Bir sinema oynanıyordu her gece tavanda. Senaryosunu kendim yazıyordum ve kendim yönetiyordum, kafamdan geçen ne varsa. Doğaçlama çalışıyordum hayallerimin üzerinde. Sonra, sobanın içerisine doldurulmuş kömürler tutuşuyordu ve çıtırdıyordu hâlâ için için yanan odunlar. Buzlu , çiçekli pencerelerimizin ardında bilenmiş güvenlerle uyuyordum.
İlkokulda bir top kağıtla içeri girmişti öğretmen:
“ Bugün sizlerle hayal kuracağız. ”
Gözlerimizi kapattık ve kendi iç sesimizin gölgesinde, sevebileceğimiz bir yer hayal etmemiz istendi. Ben, bir tarafı orman, bir tarafı deniz bir yer hayal ettim. Çocuktuk, affedemeyecek kadar büyük kırgınlıklarımız yoktu fakat sırtımızda patates çuvalı gibi duran affedemeyişlerimizi bırakıp kaçmıştık oralardan. Sonra arkadaş bulmuştuk kendimize, hayal dünyamızda. Ben, ormanda bir arkadaş buldum; kazları vardı, bana yumurta kırdı hatta. Öğretmen , arkadaşınızla vedalaşın dediğinde keçi otlatıyorduk birlikte.
“ Beni çağırıyorlar, akşam geleceğim. ” diyip ayrıldım yanından. Her bulduğum fırsatta yeniden gözlerimi kapatıp, arkadaşımla buluşmaya gidiyordum. Zaman sonsuz, orman sonsuz… Elimden gelse rüyamda da kendi kurduğum hayal ormanında olmayı isterdim ama pek de mümkün değildi, ısmarlama rüyalar. Erken uyanmanın zarureti ve sonsuzluğundan bir nefes kadar kaybetmeye başlayan eşsiz gökyüzünün bir köşesinden kızarmaya başlıyordu, sabah. O zaman anlıyordum romanları, hikâyeleri. Daha bir seviyordum. İklimi değişiyordu heyecanlarımın. Şiirler okunuyordu zihnimde, ben daima odama koşturuyordum; kendi gerçekliğimi yakalayıp ceplerime doldurmak için…
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!