Özenilesi Sorumluluk
“İnsanların artık daha yüksek amaçları, uğrunda ölmeye değecek bir şeyleri yok. Nietzsche’nin son insanlarının, acınacak rahatlıkları dışında yaşamdan hiçbir beklentileri kalmamıştır.” şeklinde yazmıştı, Kanadalı filozof Charles Taylor.
Neden bir şeyleri değiştir(e)miyoruz diye düşünürken karşıma çıkması, benim için belki de önemli bir tevafuktu. Neydi bu acınası rahatlık? Neden bir şeylerin uğruna ölmeliydi insan? Ve neydi özgürlük? Bunları tartışacağız bu yazıda.
Yıllar önce okuduğum bir dergide :
“Eşyalara anlam katan insanlar olduğuna göre, anlamını yitiren de yine insan değil mi?” diye sorulmuştu. Eşya, belki de maddiyata dayalı her şey. Anlam da bilginin özü. İnsan ise kalıplara sığdıramadığımız tek varlık. Kalıba sığdıramadığımız bu varlık, kalıba sığdıramadığı her şeye kutsiyet atfetmesiyle meşhur. Bu güneş olmuş zamanında, bazen bir insan kutsal kabul edilmiş, bazen kendi yaptığı putlar… Tüm bu kutsiyetler zamanla eriyip, tarih içinde çözünürken insan kendiyle baş başa kaldı. Ve artık dokunabildiklerine, “sahip olabildiklerine” anlam yüklemekten başka çaresi kalmadı. İşin trajikomik kısmı da burası, acıkınca yiyebildiği puta tapmakla aynıydı bu. Psikolojik olarak rahatlamıştı. Kutsiyeti elindeydi artık. Dilediğince onundu, tüketirse ve tükenirse yenisini almak hiç de zor değildi. Tam da buralar olsa gerek acınası rahatlık, tam da burası olsa gerek uğruna ölmeye değecek bir şeyin olmaması.
O bırakınız yapsınlarla başlayan liberalizm, şüphesiz ki insanlık tarihinin en önemli fikirlerinden biriydi. İnsanlara karışmamalıydı iktidarlar, kimse kimseyi kendi himayesi altına, hele de ideolojik himayesine altına almamalıydı. İnsanlar bireydi ve bireysel kararlar almalıydı. Dilediklerini yapmalıydılar. Özellikle kıta Avrupası ve Amerika, çok büyük atılımlar yaptı. Gerek etik ilkelerde gerek teknolojik ilerlemede ve gerekse de ekonomik büyümelerde en büyük sağlayıcılarından birisi, belki de en temeliydi liberalizm. Ancak onunla birlikte, sanki ağaca dayanarak tepesine kadar çıkan sarmaşık gibi liberalizme yapışmıştı, kapitalizm. İşte burada işler çok karıştı. İnsanlık geri dönüşü zor olan o lezzeti tatmıştı bir kere, tüketmişti ve haz almıştı. Ve bırakınız alsındı, bırakınız haz alsındı her şey. Tüm hikaye burada başlıyordu aslında.
Haz almak, elbette insanlığın varlığından beri var olan temel dürtülerden biriydi. Bu çağı özel kılan ise, belki de yazının bulunmadığı dönemlerde dahi ulaşmaya ihtiyaç duyduğumuz bilgeliğe olan ulaşma gayemizin olmamasıdır. Bizler, artık bilgi çağında bilgelikten ve bilmekten uzaklaşıyoruz. Neil Postmann’ın Çocukluğun Yok Oluşu kitabının bir diğer perspektifi buydu belki de: Yetişkinliğin Yok Oluşu
Sözgelimi hayvani dürtülerimizin bizi esir alması, temel patolojidir bu çağ için. Sorumluluk almadan hazza ulaşma isteği. Bana istediğimi ver, bana karışma ve beni sorumlu tutma! Liberalizm dedik, o insanlık tarihinin en akıllar üstü fikrinin bugünlerde hazcılıkla eşleştiğini üzülerek görüyoruz. Kolayca üretilen her tüketim ürünü gibi değerimizi, medeniyet birikimlerimizi, insanlık değerlerimizi tüketiyoruz.
Bu acınası rahatlıktan kurtulmanın çıkış yollarından birisi zannımca edilgenlikten kurtulmaktır. Düşünmek acıtır, sorumluluk almak yorar elbette. Ama bu bize özgürlüğümüzü verir. Haz odaklı yaşamın yerini düşünce ve sorumluluk odaklı bir yaşamın alması, adil dünya inancına olan gurbetimizi söndürecek en dirayetli yaşam biçimi olabilir. “Ben istediğimi alırım, bana karışma ve ben sorumluluğumu bilecek ve yerine getirecek olgunluktayım!” daha itibarlı bir yaşam için temel taşlarımız olabilir.
Acınası rahatlığımızdan kurtulup, özenilesi sorumluluklarımızda görüşmek üzere.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!