Ben yorgundum onun ise ruhu sıkılıyordu ve ikimiz arasındaki x kilometrelik mesafe hissedilir derecede yağıyordu üstümüze sabaha karşı bir Salı günü, üzerimde üç kilo elmaya beş kiloluk çaresizlik ödeyen annneler yürüyordu sanki. Zaman daralıp günler birbirini kovalarken çocukların beslenme çantaları simit susamı, çikolata kağıdı ve öğretmenim beni seviyor mu kaygısı taşıyordu koşturmacalı okul çıkışlarında.Cuma günleri İstiklâl Marşı söylemekten kaçan çocuklar vardı, onlara bakıp hep tiksiniyordum ve nerede bir öğretmen görsem hepsini ispikliyordum.
Milletini sevmeyi önce evde sonra reçine kokulu okul sıralarında öğrenmiştim; diline, bayrağına, ilkelerine sahip çıkmaktı bana göre, onlar ise 29 Ekim’de sıranın en önüne geçip müdürün gözüne sokarcasına bayrak sallamayı milliyetçi olmak sanıyordu ve zamanın hiçbir şey değiştirmemiş olmasının acı farkındalığı bir miktar sinirlendiriyor beni.
Daha anlamındaki “ -de “ ekinin ayrı yazılmasıyla ilgili büyüdüğümde insan ırkıyla savaşmaya o gün and içtim, Türkçe dersinde öğretmenin “ -de “ ekini yanlış kullandığı o gün. Bu konudaki obsesifliğim neden başladı bilmiyorum ama dili doğru kullanmanın kutsallığına inandığımdan yakınlarımı kırıyor,
“ sikerim ekini de seni de! “ taşkınlığını yapmalarına sebep oluyordum. Ama neyseki zafere gidilen yolda çekilen çilenin kutsal olduğunu biliyordum, çile kutsaldı da zafere gidiyor muydum bilemiyorum.
Günler birbirini daha hızlı kovalamaya başlamıştı onbeş yaşımı doldurduğum sömestr tatilinin kar yağan akşamında. Portakal kokusu geliyordu uzun koridordan sonra vardığımız oturma odasından, sobanın üzerinde pişen nohut yalnız kalmasın diye portakal kabukları koymuştu sanırım annem. Kardeşim ev ödevini yapmak istememenin iç sızlatan iğrentisini bütün vücuduyla inkâr ediyor, keptiği meşelere bakıyordu hayranlıkla. Annemin hem otoriterliği hem anne yüreği giriyordu kapıdan içeri, “ ödevini yaptıktan sonra oyna meşelerinle” lafını alıp var olan eğitim sistemine isyan ederek ucu körelmiş kalemini alıp kitaba vurmaya başladı usulca, aklında yarın hangi meşeyi kullansam kararsızlığı..
Çocuk Kalbi diye bir kitap vardı bilir misiniz ? O zamanlar çocuğuz ve ben diğerlerine kıyasla daha sabırlı, daha sessiz, her şeyi içselleştirmenin nirvanasında ballı sütünü yudumlayan bir çocuktum ve kaymakamın oğluna ama en önemlisi benim gibi konuşmayan sıra arkadaşım Samet’e hem annemi üzersem huzur bulamayacakmışım hem de olmuyor doğru yolda değilsin gibi altı çizili cümlelere bakar gibi bakıyordum.Ne aşık olmaktan anlardım ne de üslü sayıların saçma sapanlığından. Yazdığım şiirler hep suya sabuna dokunmayan, milli bayramlarda düzenlenen yarışmalara katılmak için çizgili kağıda italik olarak yazdığım şiirlerdi, sınıfta yapamayacağımı söyleyen onca embesile rağmen şiir yarışmalarında hep birinci oluyordum. Matematik önemliydi onlar için, yerli malı haftasında en güzel böreği bırakmak öğretmenin masasına, saklambaç oynarken kızların eteklerini kaldırıp kaçmak, tenefüslerde cinli perili köy hikayeleri anlatmak ve müdürün omuzlarını kırarcasına okşayarak aferin demesi.. Ben tüm bunlardan arınmıştım, sadece annemin beni takdir etmesini önemsiyordum ve veli toplantısında en azından hakkımda idare eder denmesi için matematik çalışıyordum.
Orta öğretim maceramı çalışmaya çalışarak ve şiir okuyarak geçirmiş artık liseye gitme yaşına gelmiştim. Anksiyetemin mağduru olmuş, yanlış kodlama yapmıştım zamanım kalmadığı için de düzeltememiştim. Öğrenci değerlendirme raporunda bütün hocalarım ileride seçmem gereken mesleğin hukuk ya da öğretmenlik olduğunu yazmışlarsa da kaygılarım ve bulanan mideme laf geçiremediğim için Atatürk Kız Meslek Lisesi, Çocuk Gelişimi ve Eğitimi bölümünde sürdürecektim lise eğitimimi, daha doğrusu dört senemi heba edecektimbu cehennemde; çünkü bunca kızın arasında delirmemek olanaksız gözüküyordu. Lise, her ergen gibi benim de farkındalıklar kazanıp kahrolsun var olan bütün sistemler isyankârlığı sergilediğim bir yer fakat ben bunun üstüne kız öğrencilerden tiksiniyor ve babamı öldürme planları yapıyordum; haliyle çok sancılı geçiyordu bu dönem benim nazarımda ama en çok da hep iyi yerlere geleyim ve iyi bir insan olayım diye dua eden annem için.
Ben bu içimdeki dinmek bilmeyen kocaman öfke ve iğrentiyi bir yere yönlendirmem gerektiğinin farkına varmıştım artık, ve bunun tek yolu edebiyattı, arka sıralarda duvara yaslanıp Tarih ders kitabının içine soktuğum Ahmet Muhip Dıranas şiirlerini okumaktı yahut Nazım Hikmet, Memleketimden İnsan Manzaraları.. Bakanlık tarafından açılan büyük bir yarışma vardı, kompozisyon yazılması gereken. Tabiki de inanılmaz heyecanlanmama sebep olmuştu, iki hafta kadar sürem vardı ve sürekli okuyor, bilemediğim yerde okul kitaplığındaki eski dergileri karıştırıyordum.Maratona hazırlanan bir koşucu gibi her gün antrenman yapıyordum odamda, yazıyor ayna karşısında okuyor beğenmediğim yerin üzerini çizip daha iyisini yazmak için yeni bir çizgili kağıt çıkarıyordum okul çantamdan derken kompozisyonum tam istediğim gibi olmuştu. Kırışmasın diye föy dosya içine koyduğum eserimi ellerimin arasında büyük bir özenle taşımıştım sabahın ayazında; kimse bana çarpmasın diye emin adımlarla ilerliyordum sınıfa doğru.Nasıl ki analar sıcak bir şefkatle sarar bebelerini, aynı öyle kundaklamıştım kompozisyonumu ve kazanacağından emindim başka bir seçenek gelmiyordu aklıma. O iğrenç okuldaki tek sevdiğim öğretmenim olan edebiyat öğretmenime vermiştim şefkat ile sarıldığım yavrumu, teşekkür ederek alıp evrak çantasına koymuştu. Ve bu beni endişelendirmişti, insan bugün göndereceği eseri neden lakayıt bir şekilde alıp atıverirdi ki çantasına ?
Neyseki bunu anlamam, okula ve edebiyata küsmem, bütün yazdıklarımı yırtmam çok uzun sürmedi.Bakanlığın yarışma sonuçlarını açıkladığını öğrenmiştim ama o en ve tek değer verdiğim öğretmenim sonucu söylemeyi geçtim yüzüme bakmıyordu, bir gün tiyatro salonunun boş olduğu bir öğle saatinde yakaladım çantasını topluyordu.Zaten hep çantasını toplardı ama dağınık olan çantası değil kafasının içindekilermiş gibi geliyordu bana. Yarışmanın akıbetini sorduğumda bana çantasından buruşmuş olarak çıkardığı kompozisyonumu uzatıp, “ Çağla çok güzel olmuş ama ben göndermeyi unuttum, okumam gereken sınav kağıtları vardı “ dedi. O an titreyen dudaklarımdaki nefret kalbimi geçip ayak parmaklarıma kadar indi. Ellerimi sıktığımla kaldım, föy dosyasından çıkardığım eserimi gözlerinin önünde buruşturup neden tiyatro salonunda durduğunu anlamlandıramadığım büyük siyah çöp kovasına sertçe sallayıp sınıfa gittim. Ders, edebiyattı ama o şiirleri aklına mıh gibi çakan, sorulan her soruya bodozlama atlayan, sınıfın bilgi düzeyinin üstünde ve ilgi alanının çok dışında olan Divan edebiyatını, İkinci Yeniler’i, Beş Hececiler’i, Garip akımını bir çırpıda anlatıp hayranlık uyandıracak Çağla yoktu artık. Küsmüştüm çünkü, hevesim kırılmıştı.Tutunmaya çalıştığım bir dal vardı ve o kırılmıştı, ama bu ilk kırılışı olmayacaktı farkındaydım.İnsan ırkına son inanışımdı o ve son sessiz kalışım, büyüdü bedenim, aydınlandım her rast geldiğim kitapta ve kendi içine çekinik, kimselerin bilmediği eski biri gibi yaşadım.
Bir yetenek veya hevese asla küsmemeli insan, hele ki huzur veren bir hevesse bu; ve açığa çıkması gerekiyor ise sanatın, buna ne edebiyat öğretmeni engel olabilir ne de yapamazsın diyen sınıf arkadaşları..
Yapamazsın diyen kimseleri dinlememek gerektiğini öğrendiğim ve martı Jonathan’ın kanatlarını ruhumda hissettiğimden beri yazıyor, okuyor, öğreniyor ve gelişiyorum. Kendimle ve kendimce..
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!