Umut, insan yaşamının en çaresiz zamanlarında sıkı sıkıya sarıldığı -ikircikli de olsa– biricik kurtuluş duygusudur. Sisay da açlığın hüküm sürdüğü, çaresizliğin durmadan umudu emzirdiği, zayıf göğsünde kemikleri sayılan, ölümün diğer yerlere göre hayli sıradan sayıldığı bir kıtada yaşarken; yeşil ormanları, geniş caddeleri, düzenli hayatı, gürbüz insanları ve en önemlisi her öğün doyabilme garantisi olan diğer kıtaların yıllarca hayalini kurdu.
Gençti, yoksuldu. Ülkesindeki madenleri paylaşanların çıkarttıkları saçma bir iç savaş vardı ve o, bu savaşta taraf olmayı istemiyordu. Ne kardeşlerini öldürmek istiyordu, ne de onlar tarafından öldürülmeyi. Arkadaşlarıyla konuşurken, evlerindeki sekizinci el televizyonu izlerken ya da ülkesindeki istisna ve görgüsüz zenginlerin yaşamına tanık olurken, aklında sürekli aynı acabalı soruyla bir gün, her öğün doyabilme garantisi ve insanca yaşam koşulları olan, en azından hafta sonları eğlenebileceği o kıtanın, harita üzerindeki yerine bakıp durdu.
Kararlıydı, gidecekti. Annesini ikna etmek, zor olmadı. Kadın, oğlunun açlığın mimli kıtasındaki bu yoksul ülkede ve bu ülkenin kasaba bile olamayacak büyüklükteki şehrinde; yoksulluk, işsizlik, açlık ve ölümden başka şansı olmadığını biliyordu. Babası bir iki mırın kırın etti, sonra gitmesi yolunda olur verdi. Şimdi iş, yol harcırahına ve insan kaçakçılarına verilecek paraya kalmıştı. Bütün bir ömür çalışıp biriktirebildiklerini bir araya getirdiler, olmadı. Sekizinci el televizyonu sattılar, yine olmadı. Üstüne borçlanıp, Sisay’ı yarı yola kadar götürecek parayı ancak denkleştirebildiler. Yarı yolda bir iş bulup çalışacak, parayı denkleştirip bir şekilde yoluna devam edecekti.
Çölde, günler boyu süren bir yürüyüşten sonra kara kıtanın siyah açlığının aksine, bereketli bir mavilikle ışıldayan denize ulaştılar. Ne Sisay’ın, ne de diğerlerinin umurunda değildi, deniz. Onlar, denizi, sadece kendileriyle ulaşmak istedikleri menzil arasında mavi ve uğursuz bir engel olarak görüyorlardı. Arada siyahi yüzlerinde parıldayan dişlerini ortaya çıkaran gülüşleriyle, ince uzun parmaklarıyla suya dokundukları da oluyordu, ama o kadar. Deniz üzerine düşünebildikleri tek şey, boğulmadan karşı kıyıya ulaşabilmekti.
Denizden sonra, yine çöl geliyordu. Açlığın kol gezdiği kentler, uçsuz bucaksız kum, sarı ve siyahın iç içe geçtiği, tepelerinde cehennem lambasının durmadan ateş saçtığı, günlerce süren bir yolculuk. Kiminde eski ve yırtık pırtık terlikler, kimisinde o bile yoktu. Omuzlarındaki çakma çantalara doldurdukları birkaç parça eşya ve atalarından yadigar, güçlü kuvvetli bacaklarıyla durmadan yürüyorlardı. Her yeni ülkeyi geçtikten sonra kendilerine eşlik eden birbirleriyle bağlantılı kaçakçılar değişiyor, sınırlarda bir eşyanın önemsizliği gibi devir teslim oluyorlardı. İçlerinde duygu namına yakalanmadan ulaşmak istedikleri kıtaya varmak dışında hiçbir şey yoktu. Korkuyorlardı. Korkmakta da haklıydılar. Bugüne dek, sonu hüsranla biten yüzlerce hikaye dinlemişlerdi. Çöllerde susuzluktan ölenler, yakalanıp geri gönderilenler, üç beş kuruş parasını çaldırıp yolda kalanlar, sınırı geçerken vurulanlar, donanlar… Her şeyi anlıyor ve kanıksıyorlardı da bu donmak nasıl bir şeydi, onu anlamlandıramıyorlardı. Yılın üç yüz altmış beş günü, güneşle ve onun yakıcı ışığıyla haşır neşir olan biri için ‘donmak’ tanımı, yabancıydı.
Bir masal devini andıran taştan beyaz karaltıya ulaşana dek, tam altmış dört gün geçmişti. Onları bir önceki sınırdan devralan kaçakçılar; bu dağdan sonra işlerin daha kolay olduğunu, üç tarafı denizlerle, ormanlarla ve yiyecekle dolu yarı medeni bir ülkeye ulaşacaklarını müjdeliyorlardı onlara. Yolda bir sürü kayıp vermişlerdi. Yorulanlar, parası bitenler, ölenler, yakalananlar… Kırk iki kişiyle başladıkları yolculukta, yalnızca yirmi bir kişi kalmışlardı. Ömürleri boyunca sarı çöl ve mavi denizin dışında başka bir coğrafi engelle karşılaşmayan bu insanlar için karlı dağlar, korkutucu bir masal canavarı gibi önlerinde duruyordu. Üstleri başları, çöl iklimine göreydi. O son kentten paraları yettiğince kalın giysiler aldılar. Kimisi o masal canavarı gibi duran karlı dağları küçümseyerek, giyecek namına bir şeyler almayı reddetti. Ve son sınıra doğru zorlu bir yolculuk başladı.
Dağa doğru yolculuğa başladıklarında, başka ülkelerden farklı millet ve dinlerden insanlar da katılmıştı aralarına. Çöl adamları, engebeli dağlardan gelenler, onların yanına da işgal edilmiş ülkelerinden kaçanlar, istenmeyenler, idamla yargılananlar, hırsızlar, uğursuzlar, katiller eklenmişti. Dolambaçlı yollardan dağa çıkılırken, siyah ince tenlerini hafif ısırıklarla yoklayan soğuk, dağa yaklaştıkça etlerini dalamaya, el ve ayaklarını uyuşturmaya başlamıştı. Kaçakçılar, durmadan az kaldığını ve şu dağdan sonrasının yarı özgürlük olduğunu söyleyip duruyor. Dağı aştıklarında kavuşmak istedikleri kıtayla aralarında tek bir ülkenin kalacağını, oranında bu dağ kadar soğuk olmadığını söylüyorlardı. Dağın zirvesine ulaşmalarına birkaç metre kala, ülkeden birlikte çıktıkları kişilerden geriye yalnızca altı kişi kalmışlardı. Kimi soğuktan donarak, kimi de bembeyaz bir mezar yerini andıran çığın altında kalarak ölmüşlerdi. Üşüyorlardı, perişandılar; güçlü bacakları yorulmuştu.
Sınıra ulaştıklarında ne menem bir şey olduğunu bilmedikleri, donmanın eşiğini geçmek üzereydiler. Donmak, yanmaktan çok farklı ve alışık olmadıkları bir duyguydu. Uyuşuk bir rüyanın ortasında, sanki bulutların üzerinde gezinir gibi olmuşlardı. Onları önemsiz eşyalar gibi apar topar bir otobüsün bagajındaki zulaya tıkıştırdıklarında Sisay, el ve ayaklarını hissetmiyordu. İnce uzun el parmaklarını ve güçlü bacaklarının yerdeki uzantısı olan ayak parmaklarını, sınırın bir dağ sırasıyla kesildiği beyaz bir karanlıkta bırakmıştı. Şimdi kalan dört arkadaşıyla tıkıştırıldığı bu soğuk otobüs zulasında, ülkenin en doğusundan menzile en yakın olan büyük kente doğru, yaklaşık yirmi saat yolculuk edeceklerdi. Sisay, o dört kişinin arasındaydı ve yaşadığı için en şanslısı fakat el ve ayak parmaklarını beyaz bir karanlığa bırakmış olmasıyla da en şanssızlarıydı. Onun durumuna nazaran daha az donan arkadaşları, yolculuk boyunca bisküvi ve meyve suyuyla beslemişlerdi Sisay’ı.
Menzile yakın o büyük kente vardıklarında, dördü de yorgunluk, açlık ve üşümenin de etkisiyle kendilerinden geçmişlerdi. Kaçakçıların bu ülkedeki uzantıları, onları büyük kentin hastanelerinin birinin önüne atıp kaçmıştı. Üçü çabuk iyileşip taburcu olunca, Sisay’a veda bile etmeden kentin kalabalığına karışıp yittiler. Sisay, büyük kentin büyük hastanesinin tek kişilik odasında el ve ayak parmaklarının olması gereken yerdeki sargılarla, uyumadığı tüm saatlerde tavanda bir noktaya diktiği gözleriyle bundan sonra ne yapacağını düşünürken; iri gözlerinden yanaklarına, yanaklarından da yastığa damlayan gözyaşlarıyla kendisi gibi yüz binlerce insanın binbir çileyle gelip geçtiği, bu dikenli umut yoluna ağlıyordu.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!
Geniş bir konuyu buraya sığdırıp hakkını verebilmek ayrı bir ustalık. Çok etkileyici bir yazı olmuş teşekkür ederim 🙏🏼