Su Yeşili Badanalardan Sallanıyor Ütopya
Ağdalı betimlemeler ile süslemeye niyetim yok bu sefer kırağının eriyik cümlelerini. Hikayenin en başına dönersek bir kömürlüğün zift karası kokuşmuşluğundan seslenmiştim anneme, dünyaya, henüz kim olduğunu bilmediğim büyük yaratıcıya. Fatiha’nın tozları dökülüyordu dilimden soğuk betonlara. Hoşgörümü çok erken ve zamansız bir ağrı duyarak kaybetmiştim, babaannemin evinin avlusunda. Katır tırnaklarını zeytinyağı kutularına eker, öğle yemeklerini yeryüzündeki tüm çocuklardan saklardı. Erdemsizlik tanımını üniversite sıralarında değil, babaannemin yüzüne bakarak öğrenmiştim. Çocukluğumun kanayan yarasına nasıl çomak sokulur iyi bilir, suikast girişimleri kurgulardı papatya sarısı sabahlarıma. Bir yetişkinin bir çocuğa neden böylesine bir düşmanlık beslediğini sorguluyordum o zamanlar, eleğimden geçirirken mahallenin kedi bokuna bulanmış kumlarını.
Yokuş aşağı rüzgarlar koklarken unutuyordum kısacık ve simsiyah saçlarıma dökülen polenleri ve babamın acziyetlerini. Eve döndüğümde anlıyordum. Düşmanlığı bana değildi; mahalledeki çocuklara, yeryüzünün tüm parklarına, Cuma günleri gelen oyuncak arabasına, kötürüm olan yaşlılara, tuğlalardan sarkan kedilere, yoluna çıkan karınca yuvalarına ve varlığına Allah’ın. İyi kalabilen her ne varsa bir yok etmek arzusu yanıyordu içinde. Her kötülüğü için horozlu dondurma ya da cam göbeği meşe kazanıyordu sanki kara kızıl şeytandan.
Dokuz doğurduğu günler de oldu tabii. Mesela ölüm döşeği çağrısının hüsranla sonlanışında olduğu gibi. Tüm bu yıkıntının üzerine edilen lafın, ‘‘ hakkını helal et kızım, ölüyorum. ” olması ne kadar samimi ? Peki ben ne kadar çocuğum ? Ne kadar kinli? Hiç düşünmüş müydü bunu ? Ergen bir kız çocuğundan beklenmeyen bir donukluk ve hakkımı helal etmemenin verdiği huzur ile çıktım su yeşili solukluğundaki kapıdan. Bütün acılarımı kefen cebine koydum, okur okur beni hatırlarsın. Bayram baklavalarını sakladığın divanın üstünde ölümü beklemek kolay olmasa gerek. Ölü evlerinin merak uyandıran sessizliğini götürdüm beraberimde. Kendi cinayetinde yas tutan eblek sebebiyetlerin vardı sahi senin bir de karanfil kokusundan tiksinmeme sebep olan parmak uçların.
Pembe saçlı ve al yanaklı lahana bebeğimin kollarına çizdiğim o ütopya, şimdi felsefe kitaplarının altı karalı cümlelerinde ufak birer ayrıntı sadece. Mızıkçılık yapmayan, ders kitabının içindekiler kısmını karalayıp üzerine kendi şiirini kazıyan bir çocuktum fakat inkarlar savurur dururdum kahvaltı tabaklarına dökülen duvar badanasına. Ahmet Kaya‘nın bestelediği bir Hasan Hüseyin Korkmazgil şiirinde çözmüştüm, Allah’ın bir yerden alırken bir yerden verme aforizmasını.
Kahrediyorken göğsümün gergin kafesi, iyi kalmak için çabalamayı, üzmemeyi hiçbir çocuğu, okşamak bir kedinin gıdısını ve annemin yollarına güller dökmeyi tercih ediyorum. Obsesyonlarımı çıkarırsak kendi nazarımda harika bir hayata sahip olduğumu söyleyebilirim. Şairin de dediği gibi:
” Yaprak döker bir yanımız, bir yanımız bahar bahçe… ”
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!