Adam aynada yüzüne bakmaya ve yaşlanma belirtilerini üstünkörü incelemeye her yeltenişinde, sol kaşından şakağına doğru uç vermiş derin yarayı merhametle karışık bir hüzünle yokladı. Yara, adamı çocukluğunun yoksul ve çaresiz hatıralarının girdabına alır, sigara üstüne sigara yaktırırdı.
Adamın yaşadığı yer, ne köye ne de şehre benzeyen bir mahelleydi. Yoksulluğun ayırdına varılmazdı. Çünkü; bütün kadınlar kırışık alınlarındaki teri tülbentleriyle, erkekler ise nasırlı parmaklarını ucuz tesbihlerinde gezdirerek, yaşadıkları fukara hayatı Allah’a havale edip ‘ya sabır’ çekerlerdi. Evlerin sıvasız duvarları her sabah aynı çaresiz ve yoksul günü rutubetli bir solukla başlatırdı. Hemen hemen bütün erkek çocukları, yarım gün okula yarım gün de işe gider,kızlar ise evde kalır, annelerinin eprimiş şalvarlarının yamacında, çaresiz, umutsuz çırpınışlar ve yarısı bilmezliklerinin yarasına denk süpürgelerle, çocukluklarının tozlu düşlerini süpürürlerdi.
Mahallenin çocukları; ezgin, yoksul aynı zamanda yaramazdı da. Hemen hepsinin ayakları yalın, yüzleriyse kavruktu. Ailelerinin geçim sıkıntısına bir nebze soluk olabilmek için küçücük elleriyle türlü işlerde çıraklık ve seyyar satıcılık yapar, hafta sonu ise çıplak ayaklarıyla sokakların tozunu attırırlardı. Okulsa bir nevi mecburen gidilmesi gereken bir oyun alanıydı onlar için. Elleri ayakları (büyüdükçe ruhlarıda) yara bere içindeydi.
Adam aynada kaşındaki yarayla her karşılaştığında yaptığı gibi o yaranın hikayesine, hatıralarında merhametli bir alan açtı. Otuz dört yıl önceki o günü dudağının ucunda beliren acılı gülümseyişle gözünde yeniden canlandırdı. Yoksul bir mahallenin, yoksul çocukları arasında bir okul sırasında olduğunu gördü. Çocuktu, bilmezdi, bilemezdi. Ezgin ve suskundu. Yaralı, yetim bir kuş kadar içkindi. Mahallenin yaramaz çocuklarının arasında koyu kahverengi gözleriyle çaresizliğini susardı. Öğretmeni, kadın, hamile ve bunca şamatacı çocuğun arasında asabiydi. O mahalle okulunu sevmemişti, zaten gelir gelmez tayinini de istemişti. Bu yoksul ve yoksun mahalle çocukları onu yorup asabını bozuyorlardı.
Arka sırada şamatacı çocuklar sürekli dersi kaynatınca öğretmenin canı burnunda olan sabrı da taşmıştı. Elbette cezalandırılacak birileri bulunmalıydı. Öğretmen gözüne ilk kestirdiği iki kişiyi koridora çıkarttı. Çocuklardan biri ağzı var dili yok bir çocuktu. Kendini savunamıyordu, çünkü; ona büyüklerin karşısında susması cevap vermemesi öğretilmişti. Öğretmen öfkeliydi. Açın ellerinizi dedi çocuklara, koyu kahverengi gözlü ilkten açtı elini, öğretmenin elinde kalın bir lata vardı. Lata ilkten avucuna isabet etti, fakat sonraki hedefi şaşırmış çocuğun kaşına denk gelmişti. Ah demedi, alışkındı dayağa çocuk. Yalnız küçük kalbinde incecik bir sızıyı takip eden ılık bir nehir kaşından esmer yüzüne doğru aktı.
Öylece durdu çocuk, öğretmen ise kanı görünce fenalaşmış ve koridordaki banka kendini zor atmıştı. Pamuğa tütün kolanyasını döküp yarasına bastılar eve yolladılar sonra..
Yok, kızacak bir şey yoktu yaşanan bu olayda, hem öğretmen de böyle olmasını istemezdi. Çocuk için olağan şeylerdi bunlar, dayağa, yaraya, kesiğe ve çürüğe alışkındı o. Ertesi gün kadın öğretmen, özür mahiyetinde tahta bir kalemle bir çukulata vermişti çocuğa.
Sol kaşından şakağına doğru uç vermiş tazecik yara, bir tahta kalem ve bir çukulata karşılığında unutuluvermişti. Adam kalemi hatırlayınca değil ama, çukulatayı anımsayınca gülümsedi. Çünkü o vakitler çukulata yoksul çocukların erişemiyeceği düşsel bir yiyecekti. Çekildi aynanın karşısından ve çukulatanın çocuk damağında bıraktığılezzeti anımsamaya çalıştı.Sonra, kaşındaki yaradan diğer yaralarına geçti. Elini usulca kalbinin üzerine koydu. Ve kendi kendine mırıldandı:
“Artık hiçbir çukulata yaralarımızı unutturup, bizi gülümsetmiyor.”
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!
Kalemine sağlık abi😊
Teşekkür ederim Öğretmen hanım..