Ekmek kaygısı var içinde. Seksen yedi yıllık tarihi fırının önünde sıraya girenlere bakıyor. Aynı kaygıyı taşıyan birilerini arıyor gözleri. Görse şıp diye tanır o kaygıyı. İnsanın yüzünde bıraktığı ifadeyi iyi biliyor. Fırının özenle parlatılmış camı, ayna gibi oluyor bazen. İçeriye bakmaya uğraşırken kendi aksine kaç defa şahit oldu, kim bilir? İyi biliyor o ifadenin izlerini. Fırına bambaşka duygularla uğrayanları izliyor. Kalabalık ve neşeli aile sofralarına ekmek götürmeyi bekleyenler hemen seçiliyor, çünkü yüzleri alabildiğine aydınlık. Bütün gün meşgul oldukları işten yorgun argın çıkıp bir an evvel eve varmayı düşleyenlerin aceleci tavırları, sıradakilerin sabırsızlığını diri tutuyor.
Tezgâhın önündeki adamın kolları, bir düzenek edasıyla naylon poşet giydiriyor dumanı tüten ekmeklere. “Kâğıda sarıp da koysa ya şu ekmekleri, hamur olacak şimdi içleri.” diye geçiriyor aklından. Ekmek kaygısı var içinde… Bayatmış, tazeymiş umurunda değil. Dişi kessin yeter, nasıl olsa yumuşatır ağzında evirip çevirirken. Ekmek kaygısı var içinde… Yüzünde şimşekler çaksa da maruz kalmıyor sağanağa kolay kolay. “Düşer mi bir ekmek bugün payıma?” diye mırıldandığını fark edip utanıyor. Şöyle bir bakıyor kendine, üstü başı eski ama öyle çok da yıpranmış, hırpalanmış değil. Hâline acınsın, “Ne dikiliyor bu gariban burada?” densin istemez. Bir duyan, gören olsa yerin dibine girer. Ama ne yapsın? Ağzını mühürlese, midesi ayyuka çıkıyor. Kendini ele vermiş olacak, omzundan kabaca dürtüyor tanımadığı bir adam. Bir somun ekmeği kavrama beklentisindeki elleri, seğiriyor. Aklının aksine hiç utanması yok bu ellerin. Kalın perdeden öfkeli bir ses doluyor kulaklarına. “Niye duruyorsun be adam o zaman? Var git yoluna. Habire gelirsen ya meczup sanırlar, ya fukara…” Donup kalıyor, kızamıyor, şıp diye tanıyor. Şimdi aradığını bulduğuna sevinse mi, yoksa duyduklarına üzülse mi, bilemiyor. Hem niye arıyor ki o kaygıyı? Kendine benzer birini görünce içi mi yatışacak sanki, yüreğinin şişi mi inecek? “Bak hâlâ konuşuyor, hadi dikilip durma yolun ortasında, işin gücün yok mu senin?” Sesin öfkesi, giderek artıyor. Gözlerine bakıyor adamın, öfkeye dair hiçbir şey yok.
“Altmış, en fazla yetmiş yaşlarında olmalı. Pek de ufak tefek, varsan baksan pantolonu ütü masasının anca dörtte üçünü kaplıyordur. Yanakları sarkık ama sakal tıraşı usturuplu. Dişleri ağzında gelişigüzel dağılmışsa da pis değil.” diye devam ediyor düşünmeye. Adamın yüzü, beklenmedik biçimde yumuşuyor. Birden patlatıyor kahkahayı. Kurumuş dudakları ayrı, yamuk dişleri ayrı gülüyor. “Sen var ya perişan edersin insanı, pantolonumun boyunu hemen ölçüp biçtin, dişlerimin temiz, tıraşımın usturuplu olduğuna kanaat getirdin. Allah razı olsun!” Uzun müddet durulmuyor kahkahası. “Bana bak Metin, gülüyorum ama durumun vahim. Toparlanman lazım.” O kadar utanıyor ki adamdan, kendi adını işittiğini algılayamıyor. Ekmek kaygısı, her şeyin önüne geçiyor. Bu kaygıyı bir kere taşıyan, bir daha atamaz üstünden kolay kolay. Hamal semeri gibi yapışır insanın sırtına. Geceleri kalbi oyar, gözlerdeki feri alır. Gündüzleri kemikleri ısırır, iliklere kadar işler. İçten içe azarlamaya başlıyor kendini. Sonra birdenbire irkiliyor. “Adımı nereden biliyorsun–uz?” Duraksıyor, yumruk yaptığı eliyle vuruyor kafasına. Deminden beri kendisini azarlayan adama karşı resmiyetini koruyor. “Sürekli aklımı okuyorsunuz, benimki de laf! Ama hayır, olamaz böyle bir şey. Delirdim ben, kesin delirdim. Kesin!” Adam ciddileşerek “Bana siz diye hitap etmene lüzum yok.” diyor ve ekliyor: “Biraz yürüyelim, hem bildiğim iyi bir lokanta var.” Metin, verilen bir emre itaat edercesine ses çıkarmadan yürümeye başlıyor adamın yanında. Ana caddedeki fırını arkalarında bırakıp ara sokaklara dalıyorlar. “Şu ayazda bir ezogelin iyi giderdi.” diyor içinden. Kendine bir türlü hakim olamıyor. Belli belirsiz bir gülümseme yerleşiyor adamın dudaklarına. Metin, mahcup olarak “Özür dilerim, içimden konuşmaya pek alışkınım.” diyor.
Birbirine paralel iki sokağın arasına sıkışmış çıkmaz bir sokağa giriyorlar. Sokağın çıkmazına, kuytuya çekilmiş lokantayı gördüğü anda bir aşinalık kaplıyor içini Metin’in. İçerisi öyle kalabalık ki dışarının ayazı kapıda kalıyor. Metin, yeşile boyanmış tahta sandalyelerin çevrelediği plastik beyaz masaların çarpıklığından rahatsız oluyor. Ekmek kaygısı var içinde… Etrafı şöyle bir süzüyor, ciğer tavadan başka bir şey yiyen yok gibi. Masalardaki tüm ekmek sepetleri bomboş. İki ezogelin çorbası konuyor önlerine. Çorbasına daldırdığı kaşığa iştahla bakıyor Metin. Bu sırada üzerinde “Tarihi Çamlık Fırını” yazan bir kamyon lokantanın önüne gelip kornaya basıyor. Beş kasa ekmek indiriliyor kamyonun arkasından. Metin’in elleri seğiriyor, içtiği çorba boğazında kuruyor. Lokantadaki tüm başlar, ekmeklerden yana dönüyor. Çıt çıkmıyor içeride.
Metin, ilk kez alıcı gözüyle bakıyor insanların yüzlerine. Yine aynı kaygıyı ararken buluyor kendini. Burada herkes, birbirine benziyor. Ellerinde parmakları kesik yün eldivenler, sırtlarında yamalı gocuklar, ayaklarında çarıklar var. Masalara dağılır dağılmaz bitiyor ekmekler. Sepetlerin yenilenme hızına yetişilmiyor. Tüm ezberi bozuluyor Metin’in. Bu insanlar o kaygıyı taşımıyorlar, resmen giyinmişler. Öyle dalıp gidiyor ki çorbasının soğuduğunu adam uyarınca fark ediyor. “Ee, ezogelin diyordun içmeden soğuttun, ziyan olacak.” Olsun, soğusa ne olacak? Ekmek geldi ya… Çorbanın içine doğradığı ekmekleri çabucak indiriyor midesine. Lokantanın hayret verici dolaşımını izliyor bir süre. Oturduklarından beri istifini bozmayan adam, başıyla lokantanın servis kısmını işaret ediyor. “Sence burada ne eksik?” Usulca gözden geçiriyor etrafı, Metin. Duvardaki saatin yanına asılmış çerçeveye ilişiyor. “Çamlık Derneği’nin yardımlarıyla kurulmuştur.” yazıyor eğik harflerle. Yatay bir pencere boşluğundan arka taraftaki aşçı görünüyor. Boşluğun önündeki mermer tezgâha konan yemekler garson tarafından alınıp dağıtılıyor. Yemeklerini bitirenler dosdoğru çıkıp gidiyorlar. Metin bir an duralayıp “Kasa yok.” diyor. “Kimse yediğinin içtiğinin parasını ödemiyor. Neden?” sorusuna yanıt alamadan garson geliyor, kibarca başka bir isteklerinin olup olmadığını soruyor. Lokantanın uğultusundan başı ağrıyan Metin kalkıyor yerinden, ardından adam da ayaklanıyor. Kapıda bekleyen ayaz daha da soğuk karşılıyor onları. Metin’in uyuşan kulakları, adamın sesiyle canlanıyor. “O kaygıyı başkaları için de taşırsan kıymeti var. Bak, bu lokantanın ne adı var, ne beklentisi. Tanıdın mı şıp diye? Ya evet, ekmek kaygısı… Ama herkes için.”
İdraki zayıflıyor Metin’in, bir şeyler söylemek istiyor ama dönmüyor dili. Ana caddeye çıkan sokağı tırmanırlarken hiçbir şey düşünemiyor. Caddeye vardıklarında yalpalıyor. Puslu bir yorgunluk çöküyor üzerine. Omuzları ağırlaşırken soluk soluğa kalıyor. Bacaklarındaki derman, kesilir gibi oluyor. Fırına yaklaştıkça yanı başındaki ayak sesleri kayboluyor. Dönüp bakıyor, kimseler yok. Güç bela geçiyor karşı kaldırıma. Fırının camında beliren aksine bakıyor. Sureti öyle değişmiş ki, neredeyse tanıyamıyor kendini. “Ha meczup, ha fukara…” diye söyleniyor ters ters. Aslında ne bilmişlik yapacak hâli var, ne şaşacak. Olanca dirayetiyle aklını başına devşirip derneğin yolunu tutuyor. Fırının önünde sıraya girenlere göz ucuyla bile bakmadan eğiyor başını. Ateşler içinde kalıyor bağrı, havanın soğuğu zerre kadar işlemiyor bedenine. Çünkü nihayet içindeki kaygıyı çıkarıp üstüne giymiş.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!