Güneş kapı aralığında dantel ipliği gibi incelip süzülmüştü. Üstelik perdeler kapalı olmasına kapalıydı lakin, odanın içerisindeki her şey görünür çıplaklığıyla bana bakıyordu. Saate baktığımda geç kaldığımı fark edince kahvaltı yapmadan çıktım, bu kadar geç kalmama rağmen ofisten aramamışlardı beni. Her gün uykumu bölen telefonun titreyen sesiyle uyanmadığıma bir yandan seviniyor, bir yandan da merak ediyordum.
Tarlabaşı’ndan Kadıköy’e gitmem zaman alacaktı. Rüzgarın naifliğini yüzümde hissederek, başı boş bir şekilde yürümeye başladım. İnce belli, kara ve uzun saçları topuğuna kadar gelen güzel kadın, hep aynı havasıyla pastaneden çıkıp yürüyordu. Yanık tunç tenli, kara ve iri gözlü İsmail abi ise elmaları süt beyazı bir mendille patlatıyordu manavında. Tarlabaşı, İstanbul’un karmaşık ve büyülü bir semtidir. Küçüktür ama dünyadır; genişliği, büyüsü, insanı, çeşitliliği sonsuzdur. Kız Kulesi’ne karşı çayımı yudumluyordum ki: ‘’Müdür bey, sizi acilen ofise çağırıyor.’’ dedi, telefondaki cılız sesli sekreter.
İlkokulda yapıp sınıf panosuna astığımız yeşil çimenli, kocaman güneşli, büyük ağaçları ve kuşları olan, kırmızı kiremitli evlere sahip resimler gibi acemi ve yavaş bir hayatın beni sarmasını istiyordum. Kendinden bıkkın bir ihtiyar gibi yürümeye başladım. Geçmişte yaşamak isterdim. Geçmişe duyduğum bu özlem, insanlara ya da yaşanmışlığa değil de hayatın bu kadar hızlı akmadığı zamanlaraydı.
Uluslararası bir konferans için altı kişilik bir ekip ile Mardin’e gitmemiz gerektiğini söyledi müdür.
‘’Elif, Ceylan, Emel, Mustafa, Mehmet ve sen, yarın ilk uçakla Mardin’e gidiyorsunuz. Biletleriniz burada, kalacağınız otelde yeriniz hazır. Havaalanında Heviya Hanım karşılayacak sizi, bir hafta süre boyunca da sizinle ilgilenecek.’’
‘’Sorusu olan var mı?’’
Dünden hazırlıklı bir ses tonuyla ve koro halinde:
‘’Yok, müdürüm.’’ dediler.
Ne olduğunu anlamadan şaşkın bir şekilde müdüre bakınca, Mehmet koluma girip:
‘’Hadi, ben sana yolda anlatırım.’’ dedi.
O gün hazırlıkları yapmak için hepimiz izinliydik. Eve gidip bavulumu hazırladım. Mehmet ve Mustafa ile birlikte havaalanına gidecektik sabah. Diğer arkadaşlarımız, bizden daha hazırlıklı ve heyecanlıydı.Ceylan, ilk defe Mardin’e gideceğini söylüyor, hep gitmek isteyip bir türlü fırsat bulamadığından yakınıyordu. Emel, üniversitede kaldığı yurttan arkadaşları ile gittiğini söylüyor, Mehmet ise askerliği Mardin’ de bir sınır karakolunda yaptığını ama Mardin’ i hiç görmediğinden dert yanıyordu. Elif, Mehmet’in koluna girerek:
‘’Olsun canım , bu sefer birlikte görmüş oluruz.’’ dedi. Mehmet ile Elif, nişanlıydı ve bu yıl düğünleri olacaktı.
Mardin’e indiğimizde, saat bire geliyordu. Mardin’in güzelliğinden konuya girip sıcaklığından dert yanmaya başlamıştı Mehmet. Tanışma faslından sonra Heviya Hanım :
‘’Mardin, Venedik ve Kudüs ile birlikte, dünya üzerinde tamamı sit olan ve dokusu bozulmamış üç kentten biri. Günümüzde kullanılan adı ise Arapça kaynaklarda geçen Maridin’den gelmektedir.’’ dedi.
Heviya Hanım, Almanya’da doğup büyümüş ve iyi bir eğitim görmüş biriydi. Almanya’da çok iyi bir kariyere sahip olmasına rağmen her şeyi bırakıp beş yıl önce Mardin’e yerleşmiş, geniş bir genel kültür bilgisine sahip olmakla birlikte Mardin’e aşık güzel bir Süryani kadındı.
‘’Peki Heviya ne demek?’’ dedi Elif.
‘’Heviya, umut demek. Ama şapkalı ‘e’ ile. ‘’
‘’Bize en çok lazım olan şey.’’ dedi Ceylan. Sesinde, kırılmış cam parçalarının keskinliği vardı.
Birçok sivil toplum kuruluşları, dernekler, vakıflar, akademisyenlerin, siyasi parti üyeleri ve gazetecilerin olduğu geniş katılımlı bir programdı. İkinci gün, arkadaşları bırakıp kendimi Mardin’in tarih kokan sokaklarına attım. Heviya Hanım, o gün bana eşlik ediyordu. Mardin’in geçmişe meydan okuyan, alınlarında kırmızı çizgiler olan taş sokaklarında insanlardan, hayattan, cinayetlerden, aşklardan habersiz, hayatın akışına ayak uydurmaya çalışırcasına hızlı adımlarla bir yerlere yetişmeye çalışırken kendilerine yabancılaşan insanlar korkutuyordu beni. Heviya Hanım, bunları fark etmiş olacak ki:
‘’Orada olduğumda her şeyden uzaklaşıp kendimi dinlediğim, benim için kutsal olan bir yer var. Görmek ister misin?’’ dedi. ‘’Tabi, isterim.’’ deyince, arabasıyla çıktık yola. Deyrüzzaferân avlusunda bizi manastırın baş rahibi karşıladı. Heviya Hanım, kendi evindeymiş gibi rahattı. Rahibin ona çok daha sıcak davranmasını, şimdi daha iyi anlamıştım.
Süryani şarabını ilk defa o gün içmiştim. Rahip Gabriel Efendi, bana dönüp manastırdan bahsetmeye başladı:
‘’Burası, Süryanilerin önemli merkezlerinden bir tanesidir. Manastırın içinde – sizin de gördüğünüz – Süryanice İncil ve kutsal taş bulunur. İlk tıp fakültesi, burada kurulmuştur. Bir diğer önemli özelliği ise elli iki Süryani Patriği’nin mezarlarının bulunmasıdır. Burada çocuklara dersler vererek, kendimizi unutturmamaya çalışıyoruz. Benliğimizin gücü, yalnızca özgürlüğümüzden değil, tarihten ve hatıralardan gelir. Burada da tarihimizin bir yansıması-hatıralarımız- saklı. Ve kendini tanımak için özüne dönmen gerekir.’’ dedi.
Kendimi unutup hiç bir şey olmamış gibi davranmak, –herkes gibi- iliklerimi sızlatıyordu.
Özüne dönmek…
Güneş, Mardin’i terk etmek üzereyken tekrardan yola çıkıp merkeze geldik.
‘’Neredesin abi ya? Arıyoruz, telefonun kapalı. Habersiz çıkıp kayboldun ortalıktan, ne yapmaya çalışıyorsun?’’ dedi Mehmet, sinirli olduğunu görünce hiçbir şey demedim, haklıydı. Heviya Hanım, durumu anlatınca bu sefer arkadaşlar da manastıra gitmek istediler.
Hasankeyf ‘e uzun zamandan beri meraklıydım, sular altında girmeden görmek istiyordum. Ne kadar haber yapmaya çalışsam da gazetemizde ancak üçüncü sayfalarda kendine yer buluyordu. Hasankeyf’e ilk defa bu kadar yaklaşmışken, sulara gömülü çığlıklarını duyup duymamak arasında uzun bir kararsızlık süreci geçirdikten sonra – sevdiğin birini morgda görme isteği gibi – bir acı istekle çıktım yola. Önce Midyat’a, daha sonra Hasankeyf’e doğru gitmek için kiraladığım tozlu turuncu arabanın, teybi olduğunu yolun yarısında fark ettiğimde açtım:
‘’ Yerimiz, yurdumuz, toprağımız yok oluyor ebediyen,
evimiz, yuvamız biricik ocağımız gidiyor elden,
uyan, uyan, uyan, uyan
koy elini kalbine geç olmadan
bu yolun sonu yokuştur deme
dağları aşarız eğer inanırsan…
her şey mümkün, eğer inanırsan. ’’ diye haykırıyordu, Tarkan.
Sabah, güneşin kızıllığı altında dinginliği ile akmaya çalışıyordu Hasankeyf’in kimsesiz suyu. Sessizliği iş makineleri bozuyordu. Toprak terasta oturan amca, yabancılığımı görmüş olacak ki yanına çağırıp kim olduğumu, nereden geldiğimi, burada ne yaptığımı soruyordu. Uzun uzun konuşmuştuk. Hasankeyf deyince, iş makinelerine dalan gözleri, ailesinden ilk defa ayrılıp yatılı okula giden yoksul bir çocuğun gözleri gibi baktı. Birden titreyerek uzun soluklu bir küfür etti, ağzına oturan sıralı küfürlere bakınca buna alışık olduğu belli oluyordu.
‘’Çok uzun yıllar, zorunlu olarak İsveç’ te yaşadım, evlenmek zorunda kaldım. Çocuklarım oldu, daha fazla sorumluluk oldu ve doğduğum topraklara geri dönüşüm, daha da gecikti. Siyasi ve toplumsal baskılara ve ayrımcılıklara dayanamayıp İsveç’e yerleştiğimde on dokuz yaşındaydım. Okumak ve araştırmak benim için bir tutkuydu. Eğitimime Stockholm Üniversitesi’nde devam ettim daha sonra. Türkiye ve dedelerimin doğduğu bu topraklar üzerine gerçekleştirilen uluslararası sempozyum ve projelerde yer aldım. Merakına yenik düşüp buralara gelmen beni mutlu etti, iyi ki geldin. Burası, medeniyetlerin beşiği. Yüzyıllardır Kürt, Türk, Ermeni komşularımızla birlikte yaşadılar, yaşadık. Onlar çan sesine, biz ezan sesine alıştık. Alıp veremediğimiz bir şey yoktu, şimdi şu yükselmeye çalışan su tekrar ayıracak bizi.’’ dedi , kırgın bir ses tonuyla.
Ağzımda çayın acı tadıyla bir yandan notlarımı alıyorken, bir yandan da sorular soruyordum:
‘’Buranın yerli halkı, Toki ‘nin yaptığı evlere taşınmaya başlamışlar?’’
Yeşillik ve sudan merhum bir dağın eteğinde, toprak tüm çıplaklığıyla bu yaşananlara şahitlik ediyor.
‘’Bazı tarihi yapıların özel olarak yapılan taşıma araçlarıyla buraya getirildiğini söyledi köylüler?’’
‘’Doğrudur. Artuklu Hamamı, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın Otlukbeli Savaşı’nda şehit düşen oğlu Zeynel Bey için yaptırdığı bir anıt mezar olan Zeynel Bey Türbesi, Anadolu’daki anıt mezarlı geleneğin ilk örnek olma özelliğini taşıyor. Daha sonra El Rızık Camisi, Sultan Süleyman Koç Cami ve Eyyubi Cami’yi yukarıda dediğin yeni kurulan Hasankeyf’e taşıdılar; kadın, çoluk-çocuk demeden, ağıtlarımıza aldırış etmeden. Medeniyetlerin doğduğu yer olan Mezopotamya’da bulunan Hasankeyf’in ne zaman kurulduğu, tam olarak bilinemiyor. Dünyanın en eski yerleşim yerlerinden biri olan Hasankeyf, yirmiden fazla kültüre ev sahipliği yapmış: Sasaniler, Moğollar, Eyyubiler, Artuklular, Akkoyunlular ve Safevi egemenliği sonrasında son olarak Osmanlı.
Yetişebiliyor musun?’’
‘’Evet, evet. Devam edin lütfen.’’
Ötelerden – köprünün olduğu yönden – bir motorun patpatı ile irkilip, devam etti daha sonra:
‘’Süryanice ‘kifo’ (kaya) kelimesinden türetilmiş ‘kifos’ ve ‘cepha’ isimleriyle anılan ilçenin anlamı, ‘mağaralar şehri’ dir. Osmanlılar zamanında halk arasında da Hasankeyf halini almış ve gönümüze kadar bu isimle kalmış.’’
İçeriye seslenerek çayların tazelenmesini istedi. Gözleri dolmuştu Zeyn amcanın. Gözüme çarpan kitabı kastederek:
-Ne okuyorsunuz?
-Su, tutmaya başlayınca insanlar taşınmaya başladılar mecburen. Kahvenin kitaplığındaki kitaplar sahipsiz kalınca, ben de hepsini alıp getirdim, sahiplendim.
-Mehmed Uzun’u tanır mısın?
-Evet, tanıyorum.
-Dinle, bak. Ne diyor: ‘’ İnançları farklı, dilleri farklı, kimlikleri farklı diye insanlar birbirine düşman olmamalı. İnsan; bir kimliğe, bir dine, bir dile sahip olarak dünyaya geliyor ve bunlarla büyüyüp yaşıyor. Bunda insanın günahı, suçu ne?’’
Gözlerime baktı, gömleğinin cebinden sigara paketinden bir dal alıp yaktı. İlk defa fark ettiğim bıyıkları, sigara dumanından turuncumsu bir renk almıştı. Uzun bir süre kaldı öyle, devam edecek sandım ama devam etmek için zihninde el değmemiş cümleler arıyordu sanki.
Biraz önce hayatımda hiç içmediğim bir çay getirdiler. Bu sefer ağzımda acı bir tat yoktu ama bir yerlerimde ağrılar hissediyordum, yorgundum. Gökyüzünün mavisi, yerini kül rengi bulutlara bırakmıştı. Bir ara gökyüzü biraz açılır gibi oldu ama daha sonra tekrar o kara bulutlar geldi. Gökyüzü çöktü ve her bir yanı kapadı, yağmur yağmaya başladı…
‘’Hadi içeriye girelim, burada yağmur inatçıdır.’’ dedi Zeyn amca.
Sabah erkenden uyandım; gökyüzü, arınmış lekesiz bir mavilikte yüzüyordu. Zeyn amca uyanmış, aynı yerinde oturmuş, dibi görülmeyen çayını içiyordu.
‘’Günaydın. Gel gel, bak. Kuşları görüyor musun? Burası, onların göç yollarının üstüydü; sabah buradan geçerken su içmek için dinlenirler. Baksana, rengarenkler.’’ dedi.
Daha sonra ortalığı bir sessizlik aldı. Gökyüzü, tekrar başıboş kalmıştı. Sanki gökyüzüne şimdiye kadar ne bir kuş uçmuş, ne de bir çığlık yükselmişti. Kuşlar da gitmişti…
Heviya Hanım, – diğer arkadaşlardan habersiz – merak edip peşimden geldi ertesi gün. Geçmişten gelen bir tanışıklığı varmış Zeyn amcayla, Münih’te ‘Türkiye ve Ekolojik Denge’ konulu bir uluslararası programda tanışmışlar. Türkiye, Mardin, Batman aynı dil aynı inanç aynı dışlanmışlık aynı ortak değerlerde birleşince, dostlukları Hasankeyf kadar sağlam köklere sarılmış, buraya kadar gelmiş. Türkiye’ye dönmeden evlenmek istemişler. Zeyn amca ne kadar evlenmek istese de Heviya Hanım, bir ailenin parçalanmasını kabul etmemiş. Daha sonrada Zeyn amca, her şeyi bırakıp özünün olduğu yere Hasankeyf’e yerleşmiş. Heviya Hanım bunu öğrenince o da Türkiye’ye dönmüş ama Zeyn amcadan habersiz. Bugün buraya gelmesinin sebebi… Hissetmiş. Sahi ya, sevmek, hissetmektir.
Hasankeyf’i duyunca atlamış gelmiş ve şimdi üçümüz geçmişin ağırlığı ve geleceğin bilinmezliği ile oturmuş her gün biraz daha yükselen suları izliyoruz.
Kuşlar tekrar gelir mi?
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!