Her Şeyi Düzeltmeye Kalkışmanın Yok Ettiği[1]
Saat ona geliyordu. Uyandım. Nefes aldıkça aklım acıyordu. Ayrılmıştık, burnum tıkalıydı, halsizdim, mutsuzdum. İşe geç kalmıştım, işe gitmemeliydim, kimse işe gitmemeliydi. Bunu bir zorunluluğa dönüştürecek kadar evrilmiş olmak, can sıkıcı. Dünyada bir defa bile işe gitmediğini düşündüğüm İlhan İrem’den Yazık Oldu Yarınlara’ yı açtım. Dolaba baktım, mideme bir şeyler gönderecek gücüm yoktu. Kahve neyim de sevmem zaten, buzdolabında yumurtalığın üstünde unutulmuş mandalinayı aldım. Hastayken mandalina yersem hemen iyileşeceğime dair bir inanca nasıl sahip olduğumu düşündüm bir süre. Başparmağımı kabuğa daldırırken çıkan kokuyu çektim içime, kokmuyordu ya da burnum tüm sağlıklı şeylere duyarsızlaşmıştı. İlk dilimden çekirdek geldi ağzıma, sinir oldum. Montumu alıp dışarı çıktığımda, hava en nefret edilesi haliyle insanın yüzüne tüküren bir yağmuru bırakıyordu Büyükdere’ye. İki sokak yandaki sağlık ocağına gittim. Karşımdaki doktor, kendisinin aile doktorum olmadığını anlatıyordu. Bir ailem yoktu ki doktorum olsun. Doktor Bey hükûmet sağlık politikalarını eleştirirken, nasıl bu hale geldiğimi, hala nasıl bu kadar çocukça davranıp kendim dahil herkesi mutsuz etmeyi başarabildiğimi soruyordum. Sanki şeytanla, -yok şeytan çok iddialı olur- Gargamel’le gizli bir anlaşmam vardı ve belirli zamanlarda melankoli karşılığı saçma, kötü işler yapıyordum. Tarabya’daki sağlık ocağında muayene ettiler sağ olsunlar, boğazları berbat etmişsin dedi ailemden olmayan doktor. Bu lafın doğaya duyarlı bir gönderimi olduğunu düşünmek istemedim, kötü bir kelime şakası olurdu aksi takdirde. Antibiyotik, ateş düşürücü, özlem giderici, anı silici bir şeyler yazdı.
Sağlık ocağından çıkıp tam eczaneye yönelmişken tekelde buldum kendimi, bir sigara bir de çekirdek alıp sahildeki banka oturdum. Saat on bir, sabah sabah sigara içmek adetim değildir ama o ilk nefes, boğazımdaki tüm acıyı götürdü galiba. Gövdemdeki acıyı dindirmek mümkün gözükmüyordu. Balıkçı tekneleri Kireçburnu’na doğru yarım bir çember oluşturmuş, sanki sırf manzaraya eşlik etmek için öylece duruyorlardı. Balıkların hafızası çok kısaymış. O yüzden küçücük bir akvaryumda sıkılmadan sanki dünyanın sonuna uzanan bir okyanustaymışçasına yüzebiliyorlardı. Ustaymışçasına ne kadar da zorlama. Balık olmak istedim, hatırlamak yaralıyor yerleşik hayata geçmiş insanı. Kahvaltı da etmedim, sigara midemi yakmıştı. Çekirdeğin kabuklarını soymak çok zor geliyordu. Bir sigara daha yaktım, Hulusi Kentmen gibi öksürerek. Hava gerçekten soğuktu, burnum akıyordu, ah bu şarkıların gözü kör olsundu. Sanki hayat, bir şekilde yapmaktan korktuğum şeylerin tam ortasında bırakıyordu beni. Üstelik balık da değildim. Soğuk algınlığından muzdarip yalnız bir balık nasıl davranırdı acaba? Sigaranın dumanını, balıkçılara yaptıklarının aslında çok kutsal bir meslek olduğunu anlatarak üfledim. Kireçburnu’na doğru yürüdüm sonra, Atatürk’ün önündeki banka oturdum. Orta sonda dershanede garip bir kız vardı pek konuşmayan, o geldi aklıma. Komşu ilçeden geliyordu servisle. Derslerine giriyor, deneme sınavlarında yüksek puanlar alıyor, sonra servisine binip dönüyordu. O zamanlar şiir okumaya başlamıştım, Memet Fuat’ın Çağdaş Türk Şiiri antolojisi elimden düşmüyordu. Çok net hatırlamıyorum ama kıza karşı bir şeyler hissettiğimi belli etmiştim sanırım yahut o çekingenlikle kendi içimde de yaşamış olabilirim. Ne yaşıyorsam artık on üç yaşında, lafa bak kendi içinde yaşamışmış. Aslı’ydı ismi, hatta Özdemir İnce’nin Aslı adında kötü bir şiirini bile okutmuştum ona. Neyse hatun hiç umursamamıştı beni, öyle sanki hiç yokmuşum gibi davranmıştı. Gerçi bunda çikolata uzatırken “ister misin Albeni?” teklifine “almaz mıyım seni, alırım tabi hehe” şeklinde yaptığım aptalca şakanın da etkisi olabilirdi. Sanki sınıftaki bir masa ya da bir tebeşir gibiydim onun için. Pazar öğleden sonra dershanenin son günü servise binip gitti, öyle arkasından bakakalmıştım minibüsün. Her an duracak minibüs de inip bir şeyler söyleyecekmiş gibi baktım öyle caddede arkasından.
[1] Bknz: Turgut Uyar, Tütünler Islak (içinde), Terziler Geldiler adlı şiirinden bir dize.
Gözden kayboldu servis, başka birinin ne düşündüğünü bilmemek kahredici bir şey. Çağdaş felsefenin de büyük bir problemi olan bu meseleyle yüzleşmem, epey erken olmuştu. Kant’ın ya da Descartes’ın kadın mefhumunda doğru düzgün hiçbir şey söyleyememelerinin sebebi de bu olabilir. Ama Hölderlin şiirler yazdı mesela, Goethe de bulaştı bu işlere. Böyle Yıldız Tilbe misali bir beni vardı çenesinde Aslı’nın, İstanbul’da iyi bir liseyi kazanmış, sonradan duydum. Bir daha görmedim hiç. Özdemir İnce de sonraları her yeteneksiz şair gibi düz yazının huzurlu kollarına bıraktı kendini.
Saat biri geçiyordu, bir bira aldım tekelden. Çayırbaşı’na doğru yürümeye başladım sahilden. Hava sert olunca, boğazdan pis esiyor rüzgar. Bu da doğanın cezalandırma şekli olabilir, üremeyi beceremeyen nesli. Kafasında turuncu beresiyle bıyıkları kırlaşmış bir amca, kayığını tamir ediyordu. Roman küçük bir çocuk da yardım ediyordu kaptana. “Önünü mavi boyayalım ama böyle açık mavi” diye ısrar ediyordu. Durakta genç bir çocuk, kulağında kocaman kulaklıkları ayağıyla tempo tutuyordu, muhtemel kırdığı dersin mutluluğuyla Beşiktaş’a kız arkadaşıyla buluşmaya gidiyordu. Bu çok romantik ve iyi niyetli bir tahmin oldu, on yedi yaşında bir lise öğrencisi İstanbul’da, ne yapardı ki okuldan kaçınca? Artık bilardo falan oynanmıyordur herhalde, kahvede king de dönmez, kulağındaki kulaklığa bak, ayağındaki kocaman Nike ayakkabılarla kahveye de almazlardı bence. Büyükdere’yi de geçtim, biram bitmişti. Sarıyer’e doğru devam ediyordum. Yoruldum, kilisenin oradaki banka çöktüm. Spor yapan garip kadınlar koşuyordu önümde. Sıkı bir tayt ve elbette ki kocaman kulaklıklar… Koşarken neden makyaj yapılır ki?Bilemedim. Bir sigara daha yaktım, bu kez Metin Milli gibi öksürüyordum; halsizdim, hastaydım, çok hüzünlü bakıyordum dalgalara. Üşümeyeceğimi ve etrafta bir panik yaratmayacağımı bilsem bırakırdım kendimi boğaza. Bu bir intihar girişimi olmazdı elbet, hasta bir bedenin ve kısmen hasta bir ruhun böyle lüksleri olamaz. Şüphesiz ki yokluğa yaklaşmak, onurlu bir yaşamı hak ediyordur. Soğukta bira içmek de çileli oluyordu. Yürümeye başladım tekrar üşümemek için, saat üç buçuk olmuştu ve hiçbir şey girmemişti mideme arpa suyu ve nikotinden başka. Canım bir şey istemiyordu. Sarıyer’e vardım, ısınmak için caminin arkasındaki kahveye oturdum, bir çay söyledim. Sobanın başında ellerini ovuşturan abiden bir simit aldım, yarısını yiyebildim. Çay sıcaktı bu iyi bir şey ama biri çayın tadını sorsa tarif edemezdim. Pek sevemedim zaten çayı. Sıcak, koyu renkli bir şeydi işte. Belki çocukken edilen her kahvaltıda peynir ve zeytinin yanındaki yegane şey olduğu içindi. On beş yıl peynir, zeytin, çay ve ekmekle kahvaltı ettim, şimdi ilginç geliyor. Bazen bal gelirdi köyden, annem reçel de yapardı gerçi ama yemezdim onları.
Bir yarım saat kadar ısındım kahvede, çıktım; aklıma vapur geldi. Dünyada varlığından bir tek benim haberdar olduğumu sandığım o efsane sefer: Sarıyer – Kadıköy vapuru. Saat altıydı ya da Özel’den söylersek: “elbiseler içindeyiz, şehrin içinde/ önümüz iliklenmiş, ayakkaplarımız bağlı/ kimsenin uykusunun fesleğen koktuğu yok/ altıkırkbeşte vapur ve sancı geç saatlerde” Özel’in doğrusu var ama yanlışı şuydu, sancı zamansızdı. Zamanlar üstü bir ağırlıktı bedenimizdeki. Velhasıl vapura daha bir saatten fazla vardı. Bir bira daha alıp balıkçıların arkasındaki burunda dikilmeye başladım. Boğazım leş gibiydi, çok sigara içiyordum. Yapmaman gereken bir durumda yapmak istediğin şey, daha cazip geliyor olabilir. Bu nasıl bir ahmak olduğumu açıklamaya yetmez elbet. Gerçi kişinin kendi karakteri hakkında konuşması da bizi bir nevi Russell paradoksuna götürebilir. Olsun, bu konuda benzer şeyler söyleyecek şahitler de bulabilirdim. Buradan tümel, evrensel bir bildirim çıkar mıydı bilmiyorum.
Aklıma lise birinci sınıfta çok hasta olduğum gün yaşadığım rezillik gelmişti. Yatılı okumak, genel itibariyle keyifli gözükse de işkence dolu yanları da yok değildir. Bunlardan biri de sabahları belletmenin kademeli olarak uyguladığı uyandırma biçimiydi. Önce yüksek sesli müzik açılır, – “gidiyorsun. bilmediğim uzaklaraaa bakarken ardından gitme kal diyemediiim…” – on dakika sonra koridorda bağırarak dolaşır: “kalkın lağn” diye, on dakika sonra da elinde demir parayla ranzaların demirlerine ‘tın tın tınnn’ diye vurarak kaldırır talebeleri. Hastayım, hiç halim yok. Dışarısı buz gibi, ter içinde yatağın içinden çıkmamak için her şeyi yapabilirim. Eşofman altımı ve üstümdeki sırılsıklam tişörtü çıkardım, terli terli daha fazla üşümeyeyim için ve işte aklıma gelen müthiş fikri uyguluyordum. Yatağın ranzasından, -ki üst ranzada uyuyordum- pencerenin pervazına geçtim arkam cama dönük ve perdeyi çektim. Belletmen, yatağı boş görecek ve beni de perdenin arkasında fark etmezse İstiklal Marşı’na inmek zorunda kalmayacaktım. Yaklaşık iki dakika sonra nasıl bir gaflette olduğumu, aşağıdan yükselen alkışlar, ıslıklar ve gürültüyle fark ediyordum. Yurdun camı okul bahçesine bakıyordu ve okul bahçesinde İstiklal Marşı söylemek için sıraya dizilmiş yaklaşık iki yüz kişi, kırmızı donumla benim mabadı alkışlıyordu. Altı ay sürdü sanırım dalga geçmeler; üst dönemden kızlar gelip yanağımı sıkıyordu, ‘kırmızı donlu seksi erkeğim’ diye. Hastalık kötü de beynin iltihaplanması çok daha kötü.
Vapura binmeden de bir bira aldım, sanırım üçüncü oluyordu bu. Midem berbat bir haldeydi. Arka taraf sote olur, oraya indim, birayı da açtım bosforus tur misali. Elbet vapurda benden başka kişiler de vardı az sayıda da olsa, lakin bu vapuru bir tek benim bildiğim yönündeki kanım değişmiyordu bir türlü. İlkin İstinye’ye uğradık, oradan aldık yolcularımızı, ikinci köprünün altından geçerken ufak bir kasaba pavyonunda ilk sahnesini yapacak bir konsomatris gibi hissettim kendimi. Başım dönüyordu yavaştan. Bir de bu motorların tuvaleti arka tarafta, makine dairesinin üstünde olur. Genzimde keskin bir amonyak kokusuyla yudumluyordum birayı, zayıf çöp kadar bir dayı geldi. ” Lan zaten sigara yasak, bir de içki içiyorsunuz. ” diye söyleniyordu. Neden bilmiyorum İngilizce konuşmaya başladım, Trakya şiveli aksanıma dayanamadı herhal söylene söylene gitti. Beşiktaş’a uğradık birileri indi, birileri bindi. Madem suç işliyoruz, battı balık yan gider diyerek (balıkların hafızası çok kısadır bunu unutmayalım n’olur) bir de sigara yaktım. Selimiye Kışlası, tüm yaşattıklarının bedelini ödemiş gibi ayakta duruyordu. Ben ayakta durmakta güçlük çekiyordum, çok kötü bir şeyler yaptığınızda vicdanınızı rahatlatmak için sanki gerçekten bedeninize eziyet etmeniz gerekir gibi saçma bir şey hissediyorsunuz. Tüm dinler tarihi, bu düşüncenin üzerine kurulmuş olabilir. En dindar insanlar, çocukken en çok misket çalan insanlar olabilir; bilemiyorum.
İskelede inip yolun karşısına geçtim. Köşedeki kitapçıyı kafe yapmışlar zaten, canım sıkıldı. Akmar’ın arkasından Moda’ya doğru yürüyordum, sol taraftaki yokuş epey kalabalıktı, dümdüz devam ettim. İmge Kitabevi’nin karşısında bir kafe vardı, onu da popüler kitaplar basan bir yayınevi yapmışlar. On iki yıl önce bir kız arkadaşım vardı liseden devam eden, üniversiteyi de onunla aynı yerde okuyacağım diye İstanbul’u yazmıştım; büyük aptallık. O kafede otururduk hep, Babil Kafe miydi adı, öyle bir şey. Tavla oynardık, çay, muhabbet falan, arada üst katta öpüşebilirsek ne ala. Ben hemen hemen her gün Cevizlibağ’dan Kadıköy’e gelirdim hatunu görmek için, yani bir ihtimal belki öpüşürüz diye. Böyle altı yedi ay ergen bir mülteci sıfatıyla taşındım Kadıköy’e, bütün sokaklarını bilirim hala. Bir akşam artık dayanamayıp kıza: ‘ya biz bir gece de beraber uyusak n’olur’ diye yalvarmıştım da, otobüs yazıhanelerinin olduğu tarafta bir otele gitmiştik. Malum kız yurtta kalıyor ben de öyle, gerçi benim kaldığım izbe devlet binasına yurt demek de naiflik olurdu ya. Resepsiyondaki adam evli misiniz diye sormuştu, mecbur iki oda tutup sonra ben onun odasına geçmiştim. O gece o kadar korkmuş ve o kadar saçma bir şey yapıyormuş gibi hissetmiştik ki sabaha kadar sarılıp tavana bakmıştık. “ey deniz! sen bile ıslanırsın./ ben senin sonsuzundan bir alkolik çocuğum.” Kaan İnce’nin kendini astığı otel bu mu acaba diye düşünmüştüm bütün gece. Sonra Burcu terk etti beni, muhtemelen toplu taşımadan daha az faydalanan bir genç buldu kendine. Ben de okulu bıraktım.
Kadıköy Anadolu’nun arkasından modaya çıktım. Bir bira da yelken kulübünün arkasındaki banklarda yuvarlarım, Kadıköy’ün de hatırı var diyordum. Banklar dolu, hava soğuktu. Ellerimi ısıtacak bir eli kaybetmek için elimden gelen her şeyi yapmıştım. Geri döndüm; elimde bira, Moda Caddesinden Kadıköy’e doğru yürüyordum. Isınmak için bir mekana gireyim dedim, ilk gördüğüm Türkçe tabelalı yere daldım. Ayı’ydı galiba adı. Bira söyledim. Dövmeli, piercingli, üç numara saçlı, çok konuşan kadın bana kocaman bir menü getirdi. Benim bildiğim iki bira vardır, Efes ve Tuborg. Dönem dönem bunlara yönelen talep değişir, yani millet Efes içiyorken ben Tuborg içerim, millet Tuborg içerken de ben Efes’e dadanırım. Sebebini bilmiyorum, bir çeşit doğanın diyalektiği diyebilirsiniz. Bir Efes söyledim, hayatımın en huzursuz birasını içip kalktım. İsmi Ayı olan bir mekandan daha bize ait bir şeyler bekliyor galiba insan. Postmodernizmin bireyi esir aldığı şu günlerde, adlara bunca anlam yüklemek gereksiz de olabilir, bunu okumuştum kitaplardan. Kitaplarda çok saçma şeyler yazıyor aslında bazen, kimsenin anlamadığı şeyler, yani ben öyle düşünüyorum en azından. Yazarın dahi anlamadığı şeyleri, anlıyormuş gibi görünen insanlara satıyorlar ve o insanlar, bilirkişi olarak, yazarın dediğini anlamayan insanlara yazarın ne dediğini anlatıyorlar. Akademi, bu demek galiba.
Hızlı adımlarla son vapura yetişip kendimi Beşiktaş’a attım. Beşiktaş’ta otobüs duraklarının olduğu yerden karşıya geçen trafik ışıklarında, hep eski bir tanıdığımı göreceğim hissine kapılırım. Elbet rasyonel bir açıklaması yok bu hissin yahut daha önce böyle bir tesadüfle karşılaşmadım. Oradan karşıya geçerken çok dikkatli bir biçimde insanların yüzlerine bakarım, yine öyle yaptım. Ve yine yalnız olduğumla yüzleştim, bu aslında daha evrensel bir yüzleşme; çünkü trafik ışıklarından karşıya geçerken ademoğlu, hızlı hareket eder. Herkes başladığı hareket noktasından bir sonraki kıyıya bir an önce varmak derdindedir ve mesela tam karşıya geçerken orta noktada birinden ateş isteseniz durup vermez. Bu trafik nezdinde, ‘ dünya, kendi etrafında dönen bir kütledir. ‘ demenin modern halidir.
Saat on buçuk olmuştu Abbas’a oturdum. Sarhoş olduğunuzu anladıktan sonra içtiğiniz içkiler, tabi eğer ölmeye çalışmıyorsanız, daha önce içtiğinizin karesi oranında yavaşlıyor. Ben buna gider sicim teorisi diyorum. Elbette ki başka galaksilerde de alkol var. Yoksa kainatın ısrarla bu kadar hızlı dönmesi ve genişlemesi… Barmen müthiş bir özenle Lynchburg Lemonade yapıyordu, son Osmanlı hattatının “bu da geçer be” yazmasını izler gibi huşu içinde, yumurta akını akıtmasını izliyordum bardağa. Sonra gerçekten tanıdık birini görür gibi oldum. Minibüse bindim, eve Büyükdere’ye döndüm. “sana sığınılacaktır kırılıp toplanınca” diye bağırmış olabilirim yolda, “sana sığınıyorum kırılıp toplanınca” diye haykırarak çıkardım ayakkabılarımı. Başımı güç bela yastığa koydum, hala mırıldanıyordum; “değil sonsuz girdiçıktısına yaşamaların/ ey en güzeli, en gürü bütün çeşmelerin/ ayın ve denizin sahibi ve su içmelerin/ sana sığınılacaktır.”
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!