” Bugün tam yedi yıl oldu.” dedi Hana1 abla. Bu süre zarfında Türkçe’yi epey iyi derecede öğrenmişti. Sadece le harfini tüm sözcüklerde incelterek söylüyordu. Zaten konuşma biçiminde keskin bir vurgulama anlayışı da yoktu, o yüzden sesi kulağa inanılmaz yumuşak geliyordu. Evimize ilk geldiğinde küçük olmama rağmen, sesindeki yürek burkan nahifliği ve davranışlarındaki ürkek safiyeti hemen sezmiştim. Tabii o zamanlar tasvir edecek kadar aklım ermiyordu. İliklerime kadar işleyen o tuhaf hissiyat ile nasıl başa çıkacağımı bilememiştim. Durduk yere içimi kaplayan kederin, yarım kalmışlığın ve sığacak yer bulamayan sevginin kaynağını Hana ablayı devamlı gözlemleyerek bulmaya çalıştım. Bu, hâlâ sürmekte olan ve sonu gelmeyen bir eylem. Yedi yılda anladım ki bir insanı her yönüyle keşfetmek ve tümüyle anlamak, olanaksız. Yine de derinlikli birini tanımak, herkesin mutlaka çıkması gereken eşsiz bir serüven.
“ Evet, bugün on yedi yaşına girdim, inanabiliyor musun? Geldiğin gün, doğum günümdü.” Büründüğümüz uzun sessizliği, çınlayan sesimle bölmüştüm. Yanıma gelip başımı göğsüyle karnı arasındaki boşluğa yasladı. Tüy hafifliğindeki incecik elleri, saçlarımda geziniyordu. “Omedetou2, Yaso-chan3.” dedi, bir süre öylece dikildikten sonra. Burnumda başlayan küçük yangın, göz pınarlarımda büyük bir taşkınlık yarattığı hâlde oturduğum yerden kalkmadan “Arigatou, Hana oneesan4.” dedim. Japonca konuşmayı özlediğini biliyordum. Beraber yaşadığımız süre boyunca yalnızca birbirimizin dilini öğrenmemiştik. Karşılıklı çabalarımız ortak yaşantımızı açığa vurup hissî bağlılığımızı yaratana dek, birbirimize öykündük.
“ Kiraz çiçekleri açmadan, bahar kutlamaları başlamadan hemen önce, bu diyardaki tüm denizler hüküm giydi. O vakitten sonra denize açılanlar, müebbet sürgün cezasına mahkûm edildiler. Yolcu ve yük gemileri, vapurlar, balıkçı kayıkları, çürümeye terk edilmiş sandallar… Hatta balıklar ve suya dalıp çıkan balıkçıl kuşlar da başka diyarlara sürüldü. Bahar, uçsuz bucaksız bir kederle karşılandı. Olan bitenden habersiz limanlara varmayı düşleyenlere ne oldu, tam olarak bilmiyorum. Gazeteler bu büyük felaketi bir hafta boyunca manşetlerinden indirmemiş, kasabaların dört bir yanına haberciler salınmıştı. İlerleyen günlerde kasaba halkı, derin bir sessizliğe gömüldü. Her geçen gün biraz daha hayal kırıklığına uğrayan insanlar, kıyıda yürümeyi bırakmıştı. Zamanla denize bakmaktan bile çekinir oldular.
Yarısı yeşil çayla dolu bardağımdan gözlerimi ayırmadan önce, Hana ablanın pervaza koyduğu kitabı okuduğunu zannediyordum. Oysa geriye yaslanmış ve karanlığa gömülü bahçedeki ağaçlara doğru dalıp gitmişti. İşaret parmağını bardağının kenarında gezdiriyordu. Sessizce devam etmesini bekledim. Çayından küçük bir yudum alıp sandalyesinde doğruldu.
Denizcilerden isyan başlatmak isteyenler vardı. Onlar için denizi yitirmek ölmekten farksızdı. Hâlbuki bu felaketi getiren de onlardı. Diğerleriyse durumun daha da kötüleşmesinden korkuyorlardı. Nereye kadar sessiz kalınacaktı? Ödenen bedel çok ağırdı. Hayatlarının karardığına inanıyorlardı. ”
1 Jp. Hana: Çiçek.
2 Jp. Omedetou: Kutlu olsun.
3 Jp. Chan: Genelde kızlara hitap edilirken kullanılan, samimiyet ifade eden ek.
4 Jp. Arigatou: Teşekkürler. Oneesan: Abla.
Anlattığı hikâyeyi oldukça ilginç bulmuştum. Küçüklüğümde bana okuduğu gece masalları gibi değildi. “Peki neyin bedelini ödüyorlardı?” diye sordum. Aralanmış pencereden rüzgârın ıslığı duyuluyordu. Siyah saçları, yüzüne doğru uçuştu.
“Yasemin… İnsanlar, gerçekten isimlerine benziyorlar değil mi? Varlığın, beni yatıştırıyor.” dedikten sonra en az saçları kadar siyah ve yukarıya doğru çekik küçük gözleri, minnetle doldu.
“Seni tanımlamak zor, Hana oneesan. Bazen uçsuz bucaksız bir lavanta tarlasını, bazen baharı müjdeleyen sakuraları5, bazense rüzgâra kapılıp uçuşan karahindibaları andırıyorsun.” Devam edecek gibi olduysam da sustum. Ne söylersem söyleyeyim, yarım kalıyordum.
“İç savaş döneminde öldürülüp bedeni denize atılan, ruhu huzur bulmamış bir samuray, ansızın ufukta belirip devasa kılıcını denize savurmuş ve onu ikiye bölmüş. Amacı, aşkına ulaşmak için bir geçit oluşturmakmış. Samurayın öldüğü günden beri kıyıda çaresizce onu bekleyen kadınsa, tam pes edip arkasını döndüğü anda sırtından korkunç bir kılıç darbesi alarak yere yığılmış. Yaşama arzusu aşkından baskın gelen kadın, samurayla kavuşamadan denizdeki yarık kapanmış. Uzunca bir süre deniz durulmamış. Dalgaların hırçınlığı samurayın öfkesini, ufuk çizgisiyse kadının ölümsüzlüğünü temsil ediyormuş. İşte zamanla efsaneye dönüşen bu hikâye, unutulmaya başlamıştı ki denizin üzerinde bir insan silueti gördüğüne yemin eden denizciler halkın tekrar korkuya kapılmasına neden oldular. Kaybolan gemilerle ilgili söylentiler yayıldıkça korku büyüyordu. Herkes, panik hâlindeydi. Aslında hikâyedeki kadının ihanetinin bedelini ödüyorlardı.”
“Samuraydan korktukları için mi denize hüküm giydirdiler yani? Güvende olmaları için değil mi? Bunun nesi kötü?” Kendimi öyle kaptırmıştım ki, giderek hikâyenin içine çekiliyordum.
“Özgürlüğün kısıtlanması, ölümün kendisinden beterdir Yaso-chan. İnsan ölünce her şeyin biteceğini düşünmez de, özgürlüğünü kaybetmekten endişe eder. Çünkü ölüm deneyimlenecek bir şey değildir. Oysa insan hayatı boyunca özgürlüğüyle defalarca sınanır.” dedi ve bardakları kaldırmak üzere ayaklandı.
“Sanırım haklısın.” dedim ve sohbetimizin derinliğinden sıyrılmadan önce, yanıt alamadığım soruların peşine düşmeye karar verdim. “Hana oneesan, önümüzdeki baharda Japonya’ya gitmek istemez misin?”
Bardakları koyduğu mutfak tezgâhına yaslanarak “Benden sıkıldın mı yoksa?” dedi. Bembeyaz yüzü gölgelenir gibi oldu. Yine kaçamak yanıtlar veriyordu. Şansımı biraz daha zorlayacaktım. Tekrar konuşmama fırsat vermeden “Biliyorsun, annen ve baban küçük kızlarına onlar çalışırken göz kulak olmamı istediler. Hani göçmen bürosunda karşılaştığımızda. Önce çekinmiştim ama seni gördükten sonra yıllarca yanından ayrılamadım.” dedi.
O anda mutfağa dolan “İyi ki doğdun Yasemin!” sesleriyle şaşkına uğradım. Annem ve babam, kocaman bir pastayla çıkagelmişlerdi. “Bu gece çalışacağınızı sanıyordum! Beni kandırdınız.” dedim. “Hana abla da beni esrarengiz hikâyeleriyle büyüleyip gözlerimi bağladı.” Mutfak penceresinden kapıya geldiklerini görememiştim. Mumları üflerken bir an duraksadım ve ‘huzur’ diledim.
5 Jp. Sakura: Kiraz çiçeği
Mutluluk ve hüznün eriyip birbirine karıştığı, berraklık ve gizemin çatıştığı bir geceydi. Zihnim, yoğun hislere yenik düştüğünden bedenim de yorgunluğa teslim olmuştu. Buna rağmen, herkes odasına çekildikten sonra oluşan sessizlikte uykuyu bulamadım. Yatağımda dönüp dururken dış kapının açıldığını duyar gibi oldum. Yavaşça kalkıp hırkamı giydim. Karanlık koridoru, el yordamıyla geçip kapıya ulaştığımda kapalı olduğunu gördüm. Hana ablanın odasına yöneldim. Kapısının aralık olduğunu görüp şaşırdım ve hafifçe başımı uzatıp içeriyi yokladım. Odada değildi. Bu sefer, hızla dış kapıya yönelip kendimi bahçeye attım. Ortalık zifiri karanlıktı, ağaçların arasında olduğunu da sanmıyordum. Sokağa çıkıp aşağıdaki caddeye koştum. Caddede tek tük insanlar vardı ama Hana ablayı göremiyordum. Sonra caddenin ardındaki sahilde olabileceği ihtimali aklıma geldi.
Sahil şeridine vardığımda terliklerimi çıkarıp kumsala ayak bastım.
Ayın aydınlattığı denizin içinde biri vardı. Yaklaştığımda, çiçekli kimonosunu6 hemen tanıdım. Neredeyse beline kadar denize girmişti. Arkası dönüktü ve yakamoza doğru ilerliyor gibiydi. Ayın altındaki güzelliğe7 benziyordu. Seslenecek olduysam da huzurunu bozmak istemedim. Sonra beklenmedik şekilde kimonosunu omuzlarından kaydırdı ve suya bıraktı. İliklerime kadar işleyen o tuhaf hissiyat, yıllar sonra tekrar açığa çıkıp başımı döndürmüştü. Tamamen suya gömülmeden önce kırmızı, çapraz bir yaranın sırtını kapladığını gördüm. Hüküm giyen denizin fısıltısı kulaklarımı doldurdu:
“ Özgürlüğe kavuşmanın tek yolu, ölümdür. ”
6 Kimono: Geleneksel Japon giysisi.
7 Ayın altındaki güzellik: Yılda bir kere yalnızca gece açan, beyaz çiçekli bir kaktüs, Kaudupul.
Müge Şenel
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!