doksanların en büyük efsanelerinden biri olup ali desidero karakteriyle ünlenen ve herkesin diline haydi hayırlı tıraşlar repliğiyle kazınan meşhur tıraş bıçağı reklam filmi bizim sokaktaki bakkalın önünde çekildi. fakat o dönem yaşadığımız semt sinemacılar ve televizyoncular tarafından köstebek yuvasına çevrildiği için bizim çok dikkatimizi çekmedi. nereye baksanız bir set, her yer kamera, ışık, motor.
ancak onu farklı kılan bir şey vardı bizim açımızdan. jiletle olan tek ilişkimiz dilimizin üstünde döndürüp kavgada karşımızdakinin yüzüne tükürmek olmasına rağmen ilk kez kendimiz gibi birini görüyorduk ekranda. ali desidero bizim semt için oldukça realist bir semboldü. evet o semtte binlerce proje yapılmıştı ama televizyonda gördüğümüz adamlar hiç bizim gibi değildi. örneğin karşı çaprazımızdaki zargana kemallerin yaşadığı saadet apartmanı torbacılara ev sahipliği yapıyordu ama ertesi gün aynı binayı bir dizide bir resim sergisi binası veya müze olarak görüyorduk. kapısının yanına asılan pirinç bir tabelayla o binaya hangi imajı giydirmek isterlerse üç beş dakikada hallediyorlardı.
reklamın çekildiği sene bizim karşı daireye eşi ve köpeği arkadaşla mustafa suphi taşındı. o zamanlar mustafa suphi sinemayla haşır neşir, şiir yazan üç onluk bir delikanlıydı. evlerine giren çıkan çok oluyordu. daha sonraları şairler konağı diye bahsedeceğimiz daire merhum küçük iskender, sunay akın gibi bir ton ismin uğrak yeriydi.
yazıya olan ilgimi çok küçük yaşlarımda fark etmeme rağmen en nihayetinde az evvel söz ettiğim kültürün insanıydım ben. göt cebinde kelebekle dolaşan, araba teybi jant kapağı temini konusunda piyasa tutan ve daima bir yıllık planını parçası olduğu çeteyle mahalle baskını üzerine kuran, bir metin kaçan roman karakteri gibiydim. fakat bir zaman sonra sokaktan tamamen çekilip eve kapanan, boyunu aşan kitapların arasında boğulup hep bir şeyler karalamaya çalışan birine dönüşecektim. çünkü ilk zamanlar sadece arkadaşla oynamak için kapısını çaldığım şairler konağı sonraları mustafa suphi’nin plaklarını çizmek, kütüphanesini kurcalamak, içinde film takılı olmayan fotoğraf makineleriyle saatlerce fotoğraf çekmek gibi yepyeni uğraşlar kazandıracaktı bana.
uzunca bir zamanım okuldan eve koşarak gelip önlüğü çıkarır çıkarmaz tüm günümü geçirmek üzere şairler konağı’nın kapısına dayanarak geçti. salonun ortasında duran dikdörtgen masif masada demet ablanın hazırladığı akşam yemeğimi yer, akşamına hiçbir şey anlamasam da mustafa abi ve arkadaşlarının ettiği edebiyat sohbetlerini dinler orada uyuyakalmadıysam eğer uyku vaktim gelince de eve dönerdim.
hafta sonları arkadaş’ı da yanımıza alıp gezi parkına çıkar, çimlerin üstünde akşama kadar yatar yuvarlanır, akşam şairler konağının yolunu tutardık. artık sokağı tamamıyla unutmuş, kendimi ait hissettiğim bir şeylere tamamlamıştım hayatımı.
aradan seneler geçti. mustafa abi ve eşi üsküdar’a taşındı. bir günde o koca şairler konağı’nı boşaltıp gittiler. o akşam boş odalarda dolanırken yaşadığım hüznü halen tarif etmeme imkan yok. çok geçmeden biz de taşındık oradan. aynı sokakta başka bir eve ama aslında bambaşka bir dünyaya.
o sene ilkokuldan mezun olup eş zamanlı olarak hem mescit eğitimine hem ortaokula başlayacak, okulda tanıştığım bir arkadaşımla elimize gırgır dergisini alıp cihangir’deki ofisinin kapısını çalacağımız oğuz aral’ın başına musallat olacak, annem çalıştığı için neredeyse tüm zamanımı alt komşumuz olan ermeni bir aileyle birlikte harcayacaktım.
henüz on iki yaşındaydım. tüm gün elimde gırgır dergisiyle dolanır, son akşam yemeği tablosunun altında gül teyze ve amor amcayla birlikte suzan teyzenin hazırladığı yemeği yer, dallas ve yalan rüzgarı izlerken onlara eşlik eder, sonra mescide gidip akşam namazımı kılıp kuran eğitimine başlardım.
o dönem bir kaos olduğunu düşündüğüm hayatımın aslında büyük bir zenginlik olduğunu çok sonradan anlayacaktım.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!