Bir zaman dilimini dondurmuş, fotoğraftaki eskimiş. Donuk gülüşlere bakıyorduk ikimiz de. Bir veda törenine şahit olduğumun farkında değildim henüz. Gökhan’ın gözlerinin dolmaya başladığını, arada bir burnunu çekmesinden anlıyordum. Kâh sızıyla gülüyor, kâh acıyla iç çekiyordu. Bazen de kaşlarını çatıp, öylece bakıyordu. Orada olduğumuzu unutmuştuk sanki. Unuttuğu bir şeyi aniden hatırlamış gibi, boşta kalan elini montunun göğsündeki iç cebine daldırdı. Kına gecelerinde konu komşuya dağıtılan, yaldızlanmış bezlere benzer bir ufak çanta çıkardı cebinden. Elindeki fotoğrafın üzerine koyup, bezin ağzına itina ile bağlanmış ipin bir ucundan tutup çekti ve büzgülü bez açıldı. Sokak lambaları altında, ne renk olduğu belli olmayan bir tutam saç telini iki parmağı arasında tutarak çıkardı. Kadınların gözünde önemli sayılırdı bu tuhaf ayrıntılar: Bir kadının saçının ne renk olduğu, yaşının kaç olduğu, saçının boyalı olup olmadığı… Oysa bir veda vardı ortada ve öyle saçmaydı ki ayrıntılar…
Gökhan, elindeki fotoğrafı korkulukların biraz ötesinde tutmuş, çaya doğru uzatıyordu. Zihnimde bir senfoni başlamış gidiyordu, bu senfoniyi hiçbir pembe dizide göremezsiniz. Bu senfoni, hızlanan kalp atışlarımın kulaklarımda yarattığı uğultudan başka bir şey değildi. Bu senfonide hem uzaklaşma arzusu, hem de olduğu yerde çivilenip kalma ısrarı çalınıyor. Ne derdi fizikçiler: Eylemsizlik yasası… Oldum olası sevemedim fiziği, zaten sırası da değildi. Gökhan’ın kalbinde yıllanmış depremlerin enkazı vardı. Pılını pırtını toplayıp bir kalıntı kentine yerleşmek, öyle zordu ki; yara bandı mı, yoksa bütün bir yazın çiçeklerinin yapraklarını dökülmesiyle verimlileşen toprağın çakılına ve kumuna takıla takıla yeşeren bir fidan mı olduğunu şaşırırdı insan.
Uzun süren sessizliği bozdu Gökhan:
-Şevval….
Bir fısıltı gibiydi seslenişi, kendiyle sessizce hesaplaşmış ve yaşlı bir güvercini uğurlamıştı sesiyle. Şevval kimdi? Meraktan ölüyordum. Dilim lâl olmuştu, -uzun süredir sessiz kalmaktan olacak- konuşursam sesim çatallanır da konuşamam diye ağzımı dahi açmıyordum. Tek bir kelimeye dahi yetecek kadar hava kalmamıştı ciğerlerimde. Oysa kahkahalar atarken nasıl da açılmıştı nefesim… Sadece izliyordum. Çekik gözlerinden damla damla akan yaşları, montunun koluna silmekle uğraşıyordu. Yakın çağın kazıları açılıyordu göğsünde, capcanlıydı heykelleri. Nefes alan tarihler çıkıyordu gün ışığına. Elinde hâlâ tuttuğu fotoğrafı, korkuluklardan sarkıtıp -kâğıttan bir kayığı suya bırakırmışçasına- usulca çaya bıraktı. Fotoğraftaki zaman donuyor, gülüşlerinin üzerinden sular geçiyordu. Sokak lambalarının suyun üzerinde titreşen aydınlığında fotoğrafın çayın girdabına doğru süzüldüğünü, hedefine varınca kendi etrafında dönmekten bulanıklaştığını izliyordum. Gökhan’ın sesinde, bir zaferin sallanışı vardı.
-Siliniyorsun Şevval, kayboluyorsun…
Kalbinde taşıdığı kırıntıları, kaldırıp uzaklara fırlatmıştı.
Ayaklarıma vuran topuklu ayakkabıların farkındaydım artık. Leylekler gibi bir ayağımı dizimden büküp ağırlığımı öbür ayağıma veriyor, sırayla dinlendiriyordum sızlayan tabanlarımı. Gökhan, ellerindeki saç telleriyle bir süre daha oynadıktan sonra onları da çaya bıraktı. Korkuluklara mı dolanmıştı? Rüzgarla uçup bir ağacın dalına mı konmuştu, yoksa çaya mı düşmüştü ? Karanlıkta seçemiyordum. Çayın yüzündeki dalgalar, kendine çekiyordu beni. Tam ortasında olsaydım da girdabın, çekseydi beni derinlerine…
Gökhan, bana dönüp:
-Varsa kırıntıların, at gitsin ya da bir daha asla konuşma.
Sesi kararlıydı, çekik gözlerinde dünya gamı biriktirmişti. Islak kirpikleri, birbirine yapışmıştı.
-Kırıntılarım yok benim, ben..
Sözümü bitirmemi beklemeden boynuma sarıldı. Avuçlarına topladığı saçlarımı yüzüne kapatmış, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Yanlarımda öylece duran kıpırtısız kalan kollarımdan çantamı bırakıp, sarsılan omuzlarına sarıldım. Ben de sarsılıyordum artık, bir yazarın dediği gibiydi her şey: Birlikte ağlıyorduk işte. O senfoni hâlâ kulaklarımdaydı, yıldızlar olduğu yerdeydi ve kar, hâlâ acelesiz yağıyordu şakaklarına… Öylece ne kadar kaldık, bilmiyorum. Saçlarımı topladığımda sırılsıklam olmuştu. Elini uzattı, bu davete kayıtsız kalmadım. Avuçlarına sakladım elimi. Korkulukların başından ayrılıyorduk, değişmiştik. Kalabalığa karışırken ve dükkanların caddelere dökülen aydınlıkları altında gezinirken çayın derinliklerinde hâlâ gülüyordu, Şevval. Kahkahaları, durmaksızın boğulacaktı sularda.
Kimdi Şevval? Elleri nasıldı, saçları nasıldı? Nasıl bakardı?
Benden daha güzeldi.
Kimdi Şevval!
Şevval, bir mevsimin yangınıydı; alev alev, göğe kavuşmuştu gece yarısı: Gökhan’ın göğüne… Bir adamın, kalbindeki kırıntıların vedasına şahit olmak zordu elbet. Fakat sonrasından gelen merak, daha da zordu. Bilseydim böylesi derinde sesin, kim olduğunu öğrenmek için böylesi çabalamazdım Şevval. Keşke o soruyu hiç sormasaydım…
-Son bir soru soracağım. Söz, bir daha açmam ağzımı… Şevval kim?
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!