Caddenin sonuna vardığımda derin bir oh çektim. Epey yorulmuştum. Vakit akşam ezanını buluyordu. Elimdeki dosyada öz geçmişimin yazılı olduğu bir deste kâğıt duruyordu hala. Birazını internetten bakıp önceden belirlediğim yerlere dağıtmıştım. Ama fotoğraf da mecburiymiş. Öyle söylemişti marketteki kasiyer kız, gözlerini okuttuğu ürünlerden kaldırmadan… Cebimi yokladım, evin tadilatı ve yol parası için ayırdıklarım dışında üç beş bozukluk çıktı. Neyse ki beğenmeyip zamanında cüzdanımın kuytu bir köşesine sıkıştırdığım bir vesikalığımı buluverdim. Lise yıllarından kalmaydı. Fotoğrafçı alelacele bulduğu benekli bir kravatı boynuma geçirip poz verdirmişti. Sakalsızdım, o kadar parlamıştım ki neredeyse bütün yüz hatlarım silinivermişti. Sabahın erken saatlerinden beri geziyordum. Arşınlamadığım sokak, girmediğim dükkân kalmadı. Kimisi daha eşikten çevirmiş, kimisi de ‘’Patron yok.’’ diyerek başından savmıştı. Başımı kaldırdım. Bulutlar gözünü karartmış gene birbirine girmeye hazırlanıyordu. Yağmur hızlanmadan bir tentenin altına sığınmayı düşünüyordum. Karşı yolda üstünde Liman Meyhane yazan levhayı fark ettim. Salaş bir yere benziyordu. Ahşap kapıdan girip renkli bir sürü boncukla örülü perdeyi araladım. Çınlama, gelişimi bütün dükkâna duyurdu. Sadece bar bölümünde şapkalı, uzun kır saçlı bir adam yüzü bilgisayara dönük oturuyordu. Hemen yanında yeşil, ufak bir okul tahtası asılıydı. Fiyatlar tebeşirle kargacık burgacık bir yazıyla listelenmişti. Birazcık göz attığımda içerinin neden bomboş olduğunu anladım. Ellerimi ahşap masanın üstünde bağlayıp altımdaki tabureyi sıkıntıyla sağa sola sallamaya başladım. Adam bilgisayar ekranından onu izlediğimi fark edince sertçe döndü.
-Buyurun?
-Menüyü alabilir miyim?
Adamın umursamazlığına karşılık kolay gelsin demek gelmedi içimden.
-Menü derken? Ellilik fıçı veriyorum sadece. Yanında da istersen çerez tabağı falan var.
Güç bela okunan fiyatlara baktım tekrar. Bir süreliğine de olsa yabancı bir şehirde kaybolma fikrinden sıyrılıp rahatlama planım suya düşmüştü. Üç fıçıyla bile zar zor kıvama gelebiliyordum.
Ama cebimdeki bozukluklar birine bile ucu ucuna yetiyordu. Sıkılıp tekrar sırtını dönen barmene ‘’Bir Ellilik’’ diyerek en dipteki masaya çöktüm. İç cebimde düğün telaşı başlamadan çok evvel karalayıp bir türlü sonunu getiremediğim bir öykü taslağı duruyordu. Çıkartıp karalanmış, altı çizilmiş, yanına ufak hatırlatma notları düşülmüş satırlara göz gezdirdim. Önce söz sonra nişan derken her şey beklediğimden de hızlı ilerlemişti. Mobilyaydı, beyaz eşyaydı, gelinliğiydi, Zerrin’in ve ailesinin anlaşılmaz kaprisleri derken onlarca sorumluluğun altında nefessiz kalakalmıştım. Tam işleri yoluna koyduk derken bu seferde Zerrin’in tayin işi çıktı. Ben de sırf onun düzeni bozulmasın diye bu ücra kasabaya hiç tanımadığım insanlardan iş dilenmeye gelmiştim. Göz kapaklarım yorgunluğa yenik düşmek üzereydi. Üstümde omuz başları ağarmış eski bir deri ceket vardı. Belim iyice bükülmüştü. Bu duruşumla maaşının son kırıntısıyla, karısından gizli kafayı çeken emektar bir aile babasını andırıyordum. Ama içimde suyunu bile anasından isteyen, televizyon önünde pineklemekten başka işi olmayan bir veletle yaşıyordum. Onu gerçekten sevip sevmediğim fikrini bile çoktan aşmıştım. Artık sadece nişanlılığımız boyunca övünüp durduğu öğretmen maaşının altında ezilmemek gibi komik bir fikirle mücadele ediyordum. Artık George Perec, Borges ve Sebald’ı bir kenara bırakmış, aylık edebi yayınlar yerine gazetelerin günlük iş ilanlarını takip eder olmuştum. Bira dolu bardağın ahşap yüzeyde çıkardığı tok sesiyle kendime geldim. Barmen kâğıdın yüzeyinde salınan gölgesiyle başımda dikiliyordu. Bu kez sıra bendeydi. Başımı sertçe çevirdim. Umursamazlığından eser yoktu.
-Buyurun?
-Karanlığı oymak… Daha çok roman ismi gibi? Bir öykü için ne bileyim aşırı derin sanki.
-İlgilenir misiniz öyküyle?
-Bir ara bende heveslendim, bu yazma, çizme işlerine.
Şapkasını yana kaydırıp kelini kaşıdı. Dudağını hafifçe kıvırarak gülümsedi.
‘’Gençken.’’ diye devam etti sözlerine. ‘’Birkaç hatırı sayılır derginin dışına çıkamadık ama.’’
-Bu arada ben Yusuf… Diye karşılık verdim. Elimi dostça sıkarak karşı sandalyeye çöktü.
Saatlerdir gezindiğim dükkânların çoğunda şahit olduğum oldukça soğuk tavra karşılık bu gereksiz samimiyeti garipsemedim.
-Memnun oldum arkadaşım. Öykünden bahsetsene biraz.
-Şey, mutlu olurum tabi ama müşteri falan gelirse… Meşgul etmek istemem, o açıdan.
Alaycı bir tavırla boş masalara şöyle göz gezdirdi. O sırada ilçede çokça sevildiğini duyduğum muhafazakâr bir partinin seçim otobüsü zangır zangır geçiverdi.
-Onların kafayı bulmak için buraya ihtiyaç duyacağını pek sanmam. Hadi anlatsana.
-Aslında birçok yönden eksik bir metin. Sonunu ben de tahmin edemiyorum. Bir çocuk var, okulu bir türlü bitirememiş. Üniversiteyi yani… Bir hayali var sonra. Eninde sonunda bir öykü kitabı çıkartmak istiyor. Ama başkaları giriyor hayatına. Çok başka adamlar… Konuşmaları, gülmeleri, söylemeleri çok yabancı. Bir türlü ısınamadığı bir hayata zorluyorlar onu. Çaresiz bocalıyor oda ne yapsın?
Gözlerini kısıp anlam veremez bir tavırla başını iki yana salladı.
-Madem çocuk istemiyor, ne demeye onca yabancıyı sokuyor hayatına?
Bardağın üstüne eğilip buz gibi yüzeyini iki elimle kavradım.
‘’Bilmem.’’ dedim. ‘’Belki mecburiyetten, belki de…’’
-Dur bakalım dur. Bu kafaya ayıkken ulaşılmaz. Bir yere kaybolma geliyorum hemen.
Elinde ağzına kadar bira dolu bir kahve kupası ve yaprakları sararıp, kıvrılmış eski bir dergiyle döndü masaya. Bardağımın ucuna dokundurup, birasından bolca bir yudum aldı. Sonra dergiyi parmağının ucuyla ittirdi.
-Son öykümü burada basmışlardı. Ne sevinmiştim ama? Evin avlusunda deli danalar gibi tepinmiştim. Rahmetli terliğini kapıp fırlamıştı arkamdan. Sonra… Sonra bakarsın. Eski alışkanlık işte… Utanıyorum.
Tam sayfaları karıştırıyordum ki uzanıp omzuma dokundu. Gülümsedim. O sırada titreyen telefona uzandım. Zerrin’di.
‘’Sorumsuzluğundan usandım Yusuf. Böyle mi baba olacaksın çocuklarımıza? Az evvel emlakcı aradı. Aboneliği halletmemişsin. Ustalar su kesik diye bir şey takamayıp geri dönmüşler.’’
Oysa bir gemi enkazından farksızdım. Ayağa kalkıp müsaade istedim. Tam cüzdanımı çıkarmıştım ki kaşlarını çattı.
-Kalsın! Sen o çocuğa mukayyet ol başka bir şey istemez.
Perdeyi aralarken dönüp bir baş selamı verdim. O gün birkaç dükkâna daha uğrayıp form bıraktım. Ancak gece saatlerinde yer bulabildiğim otobüse yetiştiğimde ayaklarıma kara sular inmişti. Koltuğuma huzurla yaslanıp ıslanmasın diye iç cebime gizlediğim derginin ilgili sayfasını açtım.
Yusuf Kürümoğlu
İNSANAT -Sf 24
KARANLIĞI OYMAK
Caddenin sonuna vardığım da derin bir oh çektim. Epey yorulmuştum. Vakit akşam ezanını buluyordu. Elimdeki dosyada öz geçmişimin yazılı olduğu bir deste kâğıt duruyordu hala. Birazını internetten bakıp önceden belirlediğim yerlere dağıtmıştım. Ama fotoğraf da mecburiymiş. Öyle söylemişti marketteki kasiyer kız, gözlerini okuttuğu ürünlerden kaldırmadan…
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!