Kudretini yitirmiş bir Tanrı’nın kendisiydim.
Işığı gölgeleriyle kucaklayan, zamanı ufkun ötesine taşıyan, derinliği dizelerimin dizlerine indiren.
Mutluluk… Yoktu.
Yüzüme parıldıyordu karanlık. Düşlerim sanki bilerek çalınmıştı sahipsiz gecelerimden. Ben, ölen birinin yitirilmiş düşlerinde düşüp düşüp kalkıyordum uzandığım yataktan. Dağıtılmış hayallerimi topluyordum, karanlığın salkımlarından.
Cepleri para yerine şiirlerle dolu olan adamın kaderi miydi, yalnızlığın sattığı acı? Ölüm gıybet yapmaz diyorlar, yaşamsa hep bir yerden beni çekiştiriyor durmadan.
İçimdeki hisleriyse köle pazarına çıkarmıştı hayat, daha da özgürleşebilmek adına. Benim kendimden çektiğim neydi? Bana keşke birileri bir fısıltı verebilseydi, şehrin en kâfir yalnızlığı peşimde…
Yüzüme parıldıyordu karanlık. Yalnızlaşıyordu, içimdeki organların yaptığı kalabalık. Ben yaşıyordum yeryüzünde hatta biz – ben ve yalnızlık – fakat kimseye anlatamadık.
Yağmur giyiniyordu pencerelerim ve sıcağa soyunmak için de buğulanıp terliyordu. Aslında pencere mermerleri, benim mezar taşımdı. Bir saksı da çiçek vardı üstünde bir de camın buğusuna yazdığım adım. Zaman geçtikçe zaten hatırlanmamaya başlamıştım. Anlamanın ve anlatmanın zor olduğu resimlerde asılı kalmıştı varlığım. Zaman zor geçiyordu, onu kapımdan uğurluyordum. Aşkın ve sevginin kandilleri sönmüştü. Karanlık dolaşıyordu odamda. Siyah pelerin giymiş ışıklar arasında süzülüyordum yavaşça…
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!