Beni dibine çeken o çocukluk masalını hatırlıyorum. Uzun uykuları kovalarken iğnelerine karlar yağmış yeşil çamların ortasında akan karanlık bir derede boğulduğumu zannetmiştim, hatta boğulmak istemiş bile olabilirim. Korktuğu anlarda boğazına doğru birikiyor insanın bağırdıkları, bağıramıyordum. Karanlık, nefes almak isteyen her uzvuma al karası gibi çökmüştü. Gözlerim kapalı beklemiştim uzun bir zaman kendimi. Hatta donmuş bile olabilirim. Kendimi hissetmiyordum. Su altında bir saat kalabilirdim, – çamur kokuyordu ellerim- yosunlara ilişiyordum durmadan: Islak, yeşil ve yapışkan. Dolapta unutulduğu için çürüyen maydanozu andırıyordu biraz. Yüzümü buruşturup atıyordum her elime geleni; çakıl taşlarını ve ufak balıkları. Ya bir su yılanı yaklaşıyorsa? Ya ısırırsa yorgunluğumun gırtlağından? Kendi karanlığım içine çekiyordu beni gitgide. Sorup cevap alamadığım soruları, binlerce ve yüzlerce kez tekrarlıyordum:
”Var olmak?”
”Varım ben!”
”Ben varım?”
Kendi sesimde sarhoş oluyordum. Küçük bir iribaş gibi -büyümek için savaşırken kendi içimde- bir koşturmacanın peşine atladığımı hiç düşünmemiştim. Yanlış mı duyuyorum acaba kendimi? Konuşan kim? Peki kim o, sürekli mide gurultusu gibi deşen kalbimi ?
Gül ağacından sandıklar açılıyordu usumda. Anneannem, naftalin kokusuyla dolduruyordu odamı. Entarisinde çiçekler açmış, yüzünde kelebekler uçuşuyor, sarı sarı lekeler ilişmiş ellerine, gözlerinde binlerce yıllık bir uyku. Öyle ya, dişsiz ağzında harfleri çevirerek hikayeler anlatırdı bana. Elbette hiç sigara içmemişti, titrekti sesi. Gözlerimi kapattığımda, anlattığı periler bir başka dünyadan gelir tutardı kollarımdan. Tabi şimdi bulamam anneannemi ama gözlerimi kapatıp o perileri bekleyebilirim. Belki çocuğum, belki hala avucumda bütün sevgiler. Bir şair dolanıyor dilimde, neydi adı? Beynimde sıcak çorba buğusu gibi tüten, dizelerini hatırlayamadığım o şiir neydi? Belki de yoktu öyle bir şey. Yaşlı sesiyle beni küçümseyen ‘’Hiçbir şey yoktur, olsa da bilemezdin.’’ diye kahkahalar atarak beni çıldırtan Gorgias, çık fikrimden!
İçine yuvarlandığım kraterde ellerim ceplerimde, durmaksızın yürümek geçiyor içimden. Yuvarlanmış çukur, ellerimden kayıyor; bir böcek gibi kayıp düşüyorum sırtüstü. En çok öteberiyle uğraşırken seviyorum kendimi, en çok o zaman çıkmıyor sesim. Kaplumbağa gibi kabuğumun üzerine yuvarlanmak, fazla da korkutmuyor beni. Fakat silkinip atarken üzerimdeki meteor bozuğunu, anı kalsın diye bir parça kül toplamak geçiyor içimden.
‘‘ Sen de! Külden anı olur muymuş? ”
” Olmaz mıymış? ”
Bir masal vardı ya, kendi küllerinden doğan kuşun birini anlatan. İlla cayır cayır yanmak mı lazım? Bir avuç kül işte! Azıcık alsam, yuvarlandığım büyük çukurundan dünyanın? Başımdan savdım koca bir bozgunu, bu da bir zafer sayılmaz mı?
” Ey atmosfer! Meydan okuyorum sana, duyuyor musun? Ben kazandım. ”
Oysa kıyamet kopuyor dışarıda.
Olsun.
Ben çiçek yetiştireceğim.
Avuçlarımda bir parça kül, kraterden çaldım.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!