Duvara bitişik yatağa sırtüstü uzanıp, başımı boşluğa bırakarak duvara bağdaş kuruyorum. Yelkovan ve akrebini aylar önce söktüğüm saat, herhangi bir şeyi göstermiyor. Sabaha karşı olduğunu, şiddetlenen köpek seslerinden anlayabiliyorum. Zaten saatlerin zamanın hakkını verdiğine de inanmıyorum. İnsan mutluyken daha yavaş hareket etmeli, saatin üzerindeki o üç zımbırtı. Radyoda -adını henüz bilmediğim- güzel bir şarkı çalıyor. Gözlerimi kapatıyorum. Hatırlamak ve görmek için.
Bir sabah, dedemden önce uyanıyorum. İçi yün dolu yer yatağında uyuyan kardeşlerimin üzerine basmamak için dikkatli davranarak, dedemin birkaç uzun kıl bürümüş kulağına eğilip: (Kulak kıkırdağında çıkan bu kılları, muhtar çakmağıyla babama yaktırırdı bazen. Oysa, muhtar falan değildi babam.)
‘’Dede, uyan.’’ diyorum. ‘’Daha erken, evladım.’’ diyor bana.
Üzerimi giyinip kapıya çıkıyorum. Dedem, haklı. Güneş, yamaca tırmanmaya başlamamış bile henüz. İbriğe su doldurup, dedemi bekliyorum. Çok geçmeden kapıda beliriyor. Her iki eliyle kapının çerçevesine tutunup, kara lastik ayakkabılarını giyiyor. Lastiklerin topuğunu eziyor. O an lastik ayakkabıları, terlik oluveriyor. Dedem, çok yavaş hareket ediyor; bütün yaşlılar gibi. Her adımı özenle icra edilen bir ritüel gibi. Vücuduna hükmedecek yaşı çoktan geçti tabi ama bana kalırsa fiziksel yetersizliğin yanında başka şeyler de var bu yavaşlıkta. Korku belki. Ölüm korkusu. Bu yüzden mi bu kadar yavaş hareket ediyor? Adımları bu yüzden mi kısa ve ağır? Yürümekten ziyade sürünmek gibi. Hem, kim ölüme koşar ki?
Dedem, önümde eğildi. Ellerine döktüğüm suyun, dedemin elindeki sıra dağları andıran damarlarının arasından süzüldüğünü gördüm. Birkaç inek ve onlardan sayıca biraz daha fazla koyunla yola koyulduk. Önde dedem, dedemin arkasında hayvanlar, en arkada da ben… Elimde değneğim, bir türküdür tutturmuşum. Sürüden ayrılan koyun ya da ineğe müdahale etmek için pusudaydım. Bu göreve çok hazırladım kendimi. Önceki gece ahıra gittim, açık açık hepsini tehdit ettim:
‘’Sürüden ayrılanı, kurda bırakmam. Bizzat kendim yakarım!’’
Dedemle aramda hayvan sürüsü, yürüyorduk. -Bu halin, insanın yaşlılık ve çocukluk dönemi arasındaki o hayvanlık dönemiyle benzerliğini çok sonradan kavrayacaktım.- Yol üzerinde boyumu geçecek tek bir ağaç yoktu. Aslına bakarsanız sadece yol üzerinde de değil, hiçbir yerde yoktu. Buna rağmen, buraya gölgelik eden çokça kaya vardı. Epeydir yürüyorduk. Yorulmuştum ama ses etmemeliydim. Dedeme yönelteceğim ‘’Ne zaman dinleneceğiz?’’ sorusu, tüm fiyakamı altüst edebilirdi. Yorulduğumu mümkün olduğu kadar belli etmemeye çalışarak, yürümeye devam ettim.
Babam, bir kuyudan bahsederdi. Anlattığına göre; çobanlar, koyunları sürekli oraya götürür, orada dinlenir, güneş batmaya yakın dönerlermiş. ‘’Dede!’’ diye bağırdım. Ses etmeden döndü. ‘’Çok yoruldum, biraz dinlenelim olmaz mı?’’ demek istiyorum ama bu duyulursa, köy içindeki itibarım sıfıra inerdi. Çocukların yüzüne nasıl bakardım ki? ‘’Yarın yine gelsem olur mu?’’ diyebildim. Gülerek, önüne dönüp yürümeye devam etti. Güneş, dik açısını yapmaya yaklaşıyordu. Terlemeye başlamıştım. Saç diplerimden akan terler, şakaklarımdan inip yanaklarımda buharlaşıyordu. Neyse ki kuyuyu gördüm ufukta. ‘’Kara göründü!’’ diyen bir denizcinin umudu kapladı içimi ama belli etmedim. Kuyunun yanına vardığımızda, tahtadan yapılma yalaklar gördüm. Dedem kovayı kuyuya salıp su çekmeye başlayınca, kuyunun yanındaki taşa oturdum biraz. Dedem yalağa suyu boşaltırken gülümseyerek:
‘’Yoruldun mu?’’ diye sordu. Çok yorulmuştum ama ‘’Biraz’’ dedim. ‘’Ben çok yoruldum, Hadi, Kızıl Kaya’nın dibine gidelim. Hem gölgelik, hem de hayvanlar görüş mesafemizde olur.’’ dedi.
Demek ki buymuş, Kızıl Kaya. Pek bir kızıllığı da yokmuş hani. Kızıl Kaya’nın dibine geldiğimizde, üç gündür ayaktaymışçasına oturdum. Dedem hemen yanıma oturup, birkaç kez yırtığını annemin diktiği ceketinin cebinden tütün tabakasını çıkarıp bir sigara sardı. Tütünden sararmış parmakları ve beyaz bıyıklarına baktım. Uyum içindeydiler.
-Dede!
– …
-Ee bu kaya, kızıl değil ki?
– …
-Dede, bu kaya kızıl değil. Niye herkes, Kızıl Kaya diyor?
-Burada zamanında çok insan öldürdü birbirini, oğlum. Akan kandan, bu kaya da nasibini aldı. Ondan ‘Kızıl Kaya’ deriz.
-İnsanlar, niye öldürdü ki birbirini?
-Şu karşıda gördüğün kuyunun suyu için oğlum. Köyün çeşmesi yoktu o zamanlar. Sonradan birtakım adamlar gelip, sondaj dedikleri bir aletle deldiler toprağı. O olmadan evvel, bu kuyu çok mühimdi. Bu kuyu için kıydı insanlar, birbirlerine.
-Paylaşsalardı ya.
-Elbet paylaştılar ama sonradan anlaşmazlıklar oldu. Silahlar çekildi.
-Yazık olmuş dede.
– Yazık oldu ya, onca yiğide.
Bir süre sustuktan sonra dedem tekrar konuşmaya başladı :
-Bak evladım. Şimdi suyumuz bol olduğu için bu, pek mühim görünmüyor olabilir ama o zamanlar su çok mühimdi. Çünkü çok azdı. Su olmadan, ne buğday yetişir ne de başka bir şey. Yetişse de su olmadan buğdayı nasıl hamur edeceksin? Nasıl ekmek yapacaksın? Yağmurun yağdığı yıllar şanslı olduğumuz yıllardı ama Mevla’m buralara pek yağmur yollamıyor. Yollasa çalışıp çabalardık, ekmeğimizi taştan çıkarırdık. Bir zamanlar, ekin biçerken çalışan herkesin günlük yarım ekmek azığı olurdu. Çalışma şevki gelsin diye tarladan on metre ileri atardık ekmeğimizi. Oraya kadar ekin biçerek giderdik. Ekmeğimize ulaşınca bir ısırık alıp, bir on metre daha ileri atardık ekmeği. Böyle böyle akşam ederdik günü. Dedim ya evladım; su, mühim. Ekmek de mühim elbet. Ama su, daha mühim.
Eve kadar konuşmadım hiç. Dönerken birkaç kez ‘’Yoruldun mu evladım?’’ diye sordu dedem ama cevap vermedim. Anlattıklarından etkilenmiştim sanırım. Dönüş yolu, gidiş yolundan daha uzun ve daha yorucuydu benim için. Yolun yeterince uzun ve yorucu olması yetmiyormuş gibi bir de kafamın içindekiler yük olmuştu. O gece, erkenden uyudum. Sabah uyandığımda, annemin yatak ve yorganları dama çıkardığını gördüm. Sanırım damda uyumamızın vakti gelmişti artık. Normalde çok mutlu olmam gerekirken, -dedemin anlattıklarının etkisiyle- çok sevinemedim. Gündüz, bizim çocuklarla birkaç kez köyün çeşmesine gittik. Çocuklar, her zaman yaptığımız gibi birbirlerini ıslatmaya başladılar. Tüm tahriklere rağmen, dokunmadım suya. Dedemin dediği gibi:
‘’ Su mühim. ’’
Ve mühim şeylerle oyun olmaz.
Birkaç hafta, bu durgunluğu üzerimden atamadım. Öyle ki, yazları beni mutlu eden tek şeyden – damda uyumaktan – keyif alamaz hale gelmiştim. Bir gece, yıldızlara baktım. Uzaktan gelen kurbağa seslerini dinledim. Serin bir rüzgâr, yüzümü okşamaya başladı. Gözlerimi kapadım. Ardından bir yağmur damlası, sağ göz kapağımı ıslattı. İşte, en sevdiğim şey oluyor. En sevdiğim şarkıyı dinleyeceğim, nihayet. Yağmur damlaları, sıklaşmaya başladı. Hafif gülümseyerek, yüzüme çektim yorganı. Yağmur damlasının yorgana çarpış sesine eşlik eden kurbağa ve orkestraya yeni katılan suyun sesi. Ne güzel şarkı!
Dudak kenarlarım, kulaklarıma giderek daha çok yaklaşıyordu.
Gözlerimi açtığımda, radyodaki şarkı bitmişti ama o gece damda dinlediğim şarkı devam ediyordu. Dudak kenarlarım, kulağıma yaklaşmaya devam ediyordu…
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!
👍Tebrikler Ertan hocam,su gibi aziz ol…
Kalemine sağlık.tebrikler