Bodrum katın çıkışında iki adam… Birisi dalgın ve sigara içiyor, diğeri de sigaranın dumanından kaçınıyor. Şubat ayı, cadde uzun, mevsimin aksine güneşli ve aydınlık bir gün. Orta refüjde sıralanmış turunç ağaçları, meyve ve yapraklarıyla ayrıksı bir güzelliği imliyorlar. Sağlı sollu lüks mağazalar, gelip geçenlerin ellerinde ünlü bir kahve markasının kağıt bardakları… Dalgın olan, fazla gösterişli ve şımarıkça buluyor kahve bardaklarının taşınış şeklini. İçinden “sizin kalıbınızı sikeyim.” diyor. Küfrü dillendirmekten, yanındakini rencide etmekten çekiniyor. Herkesin iğreti bir aidiyet duygusuyla kendini markalaştırdığını düşünüyor. Ekonomi politiğinden giriyor, kültürel çarpıklıktan çıkıyor ve bunların toplum üzerindeki yansımalarını, insanların her şeye ne kadar da çabuk uyum sağladığını sorguluyor. İçinden “sen nesin ki lan bok?” diye kendine kızıyor sonra.
Mola bitiyor, bodrum kata inme zamanı geliyor. Diğeri sırtını dönüp aşağıya inmeye hazırlanırken, dalgın olan ‘’son fırta yazık olmasın.’’ diyerek sigaranın dibine kadar iniyor. O esnada görüyor adamı, bir şey diyecek ya da isteyecek olmanın mahcubiyetiyle yandaki bankanın önünden kendisine baktığını fark ediyor. Kısa bir an duruyor öyle. Bakışlarıyla “buyur gel, bekliyorum.” diyor. Yırtık spor ayakkabısı, kirli buruşuk pantolonu, aylardır yıkanmadığı belli olan ceketi ve dağınık saçlarıyla mahcup mahcup yaklaşıyor adam. Bakışlarındaki tedirginliği ve dilindeki tutukluğu hissediyor. İsteyeceği şeyin, birileri tarafından duyulmasını önlemek için iyice sokuluyor adama. Adam da karşı tarafın niyetini anlamış gibi iyice yaklaşıyor. “Abi, bugün hiçbir şey yemedim.” diyecek oluyor. Ötekisi daha fazla konuşmasına izin vermiyor. Kimseye göstermemeye gayret ederek, cebindeki paranın yarısını kirli avuçlarının içine sıkıştırıyor.
Adam, diğerini sigara molalarından tanıyor. Birbirleriyle selamlaşıp, hal hatır sormuşlukları bile var. Çöplerden karton kutu, plastik şişe toplayarak geçimini sağladığını, kimsesiz olduğunu, otogarda yattığını, kazandığı parayla her gün ucuz yollu içki ve kaçak tütün aldığını, ayrıca çok üşüdüğünü de biliyor.
Parayı sıkı sıkıya avucunda tutan adam, binbir minnet sözcüğü mırıldanıyor, adam utanıyor. Verebildiği üç kuruşun mahcubiyetiyle gözlerini kaçırıyor. “Sıkıntı değil”, “paran olmadığında gel, ne varsa bölüşürüz.” diyor. Adam, minnet dolu bakışları ve avucunda sıkı sıkıya tuttuğu parayla gidiyor. Molasının bitmiş olmasını umursamayıp bir sigara daha yakıyor. Işıl ışıl mağazalara, her biri bir servet değerinde otomobillere, şık ve pahalı giysileriyle gelip geçenlere bakıyor. Arada, varoşlardan geldikleri belli olan fakat kendini bu semtin bir parçasıymış gibi göstermeye çalışan gençlere takılıyor gözü. Anlıyor ama yine de sövüyor onlara. “Ne yapsınlar, onlar da bir yerlere ait olmak istiyor. Televizyonda izledikleri, sosyal medyada gördükleri yerlerin insanlarına öykünüyorlar.” diye düşünüyor.
Aklı, “bugün hiçbir şey yemedim” diyen adama takılıyor. Verdiği parayla ne yiyebileceğini düşünüyor. Buralarda öyle ucuz yollu lokantalar olmadığını anımsayıp, cebindeki paranın hepsini vermediği için kendine kızıyor. Aşağıdan molanın bittiği yolunda seslenmeler işitince, karmaşık düşünceleri ve bu lüks muhitin onu boğduğu hissiyle merdivenlerden yavaş yavaş inip, işinin başına dönüyor.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!