Sınıfın kapısını açıp içeri girdim. İçerisi buz gibi, alıp verdiğim nefesi görüyorum. Düşüncesi gözümü korkutan odun sobasını hemen yakmak zorundayım. Geri dönüp odunların olduğu, depo olarak kullandığım harabeye gidiyorum. Dışarının sınıfa göre daha sıcak olduğunu fark ediyorum bir an, alıp verdiğim nefes görünür değil artık.
Kerpiçten derme çatma bir oda yapılmış okulun hemen yanına. İçinden birkaç odun ve karton alıp sınıfa dönüyorum. Elimdekileri sobanın yanına bırakıp saate bakıyorum. Henüz sekiz bile olmamış saat, dersin başlamasına otuz dakikadan fazla bir zaman var. Sınıfın ısınması için yeterli bir süre. Sobanın kapağını kaldırıp, odunları aralarında boşluk bırakarak yerleştiriyorum. Boşluklara ise kartonları bırakıyorum. Cebimden çakmağı çıkarıp kartonlardan birini yakıyorum, ardından sobanın kapağını kapatıyorum. Soba çok geçmeden tutuşuyor, bir sigara yakıp ısınmanın keyfini çıkarmak istiyorum.
Birleştirilmiş sınıf, okulun tek öğretmeni benim. Haliyle hesap vermek zorunda olduğum bir müdür yok. Sigaramı keyifle tüttürürken yapacak en iyi şeyin roman okumak olduğunu düşünüyorum. Sandalyeyi alıp sobanın yanına çekiyorum. Siyah çantamdan romanı çıkarıp karıştırıyorum kaldığım yeri bulmak için.
Sınıftaki öğrencileri umursadığı yoktu, her biri bir diğerinin aynısıydı onun için. Öğrencinin adının ne olduğuyla, nasıl biri olduğuyla, neye inandığıyla, zerre kadar ilgilenmezdi.
Hiçbir zaman başarılı öğrenciler ya da vatanına fayda sağlayacak bireyler yetiştirme çabası içinde olmadı. Herhangi bir öğrencide izi kalması için gayret etmedi, bir öğrencide iz bırakmayı önemsemiyordu aslında. Bir öğrencide izi kalsa ne olur, kalmasa ne…
Öğrenci derse geç kalmış, dersine hiç girmemiş ya da dersin ortasında sınıftan çıkmış, fark etmiyordu onun için ama dersi anlatırken öğrencilerin konuyu kendi arasında tartışmasından haz alıyordu. Bu mesleğin en iyi yönünü buydu, konunun ondan çıkıp öğrenciler arasında bir tartışma konusu olması.
Bazen konuları ruh haline göre seçiyor, bazen kafasına göre konu seçtiği ve konuştuğu da oluyordu. Derste anlattığı, konuştuğu konuyu asla bir diğer haftaya taşımıyordu. O derste ne işlendiyse, o ders o kadardı. Ders kitabı aldırmaz, kitap tavsiye etmez, sınav için not bırakmazdı hiçbir yere.
Ders kitabı denilen nesnenin saçmalıklarla, işe yaramaz ve gereksiz bilgilerle dolu olduğunu düşünüyor ve ders kitaplarını, insanı köreltici bir çöp kutusuna benzetiyordu.
Öğrencilerin hiçbir zaman tam olarak anlamadığı, adı geçince bile ‘’Psikopat lan o adam!’’ dediği Profesör Umut, ilk derste edebiyatın sanat için mi, yoksa toplum için mi olduğuna değinmek istemişti.
‘’Sanat ve sanatçıyı tanımlamak gerekir. Sanat, bir insanın kendi var oluşsal çabasının bir örneğidir. Sanatçı her ne kadar toplumun içerisinde de olsa, ona duyarlı olmak zorunda değildir; kendi bireysel mücadelesini ve kimlik arayışını göz ardı edemez. Bugün toplum içindeki her birey, kendisini tanımlama çabasındadır. Bu geçmişte de böyleydi. Bu, bir insanın toplum içerisinde yaşamsal var oluş kaygısına dayanmaktadır. Bu yüzden sanatın aslında sanatçının kendisi için olduğunu söylemek mümkündür. Bir nefes alma, bir kimlik bir mücadelesi ve en çok da var oluşsal kaygı. Kaldı ki sanatçı, sanat için mi toplum için mi olduğu kaygısına düşmemelidir. Zaten sanatçı kendisinde olanı yazar, kendisinde olan da aslında çok da toplumdan ayrı değildir. Sanatçı, toplumdaki olaylara başka türlü bakar, başka türlü çizer, yazar ya da anlatır. Kendisini anlayan da ona sanatçı der.’’ dedikten sonra dalgalı sarı saçları sırtına kadar gelen, başındaki kırmızı şal toka görevi gören, kızıl derili elbisesini andıran, krem rengi, kolları ipli kıyafeti, üst kısmı kızıl, orta bölümü kahverengi, alt kısmı da siyahtan oluşan modern şalvarı, boynunda küçük, gümüş bir Zülfikar kolyesi ile otantik bir havaya bürünen Zeynep, hocadan izin almadan:
‘’Sanatın, toplum için olduğunu düşünüyorum; halkı eğitmek, bilinçlendirmek için bir lütuftur hatta. Unutmayalım ki Fransız İhtilali’nde romantik yazarların büyük bir rolü vardır. Halkı neler olup bittiğine uyandırmak için edebiyatı kullanmışlardı. Daha eskiye gidecek olursak Rönesans ve Reform hareketleri, dönemin aydınları sayesinde yaşanmıştı. Bu aydınlar kimlerdi? Tabi ki sanatçılar. Toplumdan, toplumun sorunlarından bahsetmeyen edebiyat veya sanat, eksiktir benim gözümde.’’ dedi. Bakır kızılı saçları, yeşil gözü, beyaz teni, siyah tişörtünün üstüne giydiği yeşil gömleğiyle kusursuz görünen Nil:
‘’Sanatın bir amacı varsa da bu kendini yaratmak olmalıdır. Sanatı ortaya çıkarmak bir toplumu memnun etmek veya topluma yön vermek ise o zaman sanatımız, kendi içimizde var olan yaratıcılığa ters düşmez mi? Sanat, toplum için olursa sanatı bir var oluş olarak düşünemeyiz, bir uyum, bir sosyoloji olarak görmeye başlarız.’’ diyerek Zeynep’ten farklı düşündüğünü dile getirdi.
Derse geç kalan Emre:
‘’Sanat, gelişmiş ülkelerde sanat için olabilir. Çünkü yaşam standartları yüksek olduğu için toplumsal mesaja ihtiyaç duyulmaz. Karın doymuş ve estetik duygu açlığı ortaya çıkmıştır. Tıpkı felsefenin doğuşu gibi ama geri kalmış ülkelerde ise sanat, toplum için olmalıdır; çünkü toplumu eğitmek ve bilinçlendirmek için sanattan daha kutsal bir yol görmüyorum.’’ derken Zeynep’in görüşünü farklı bir açıdan bakarak destekledi.
Romanın son cümlesinden sonra aklıma paltoyu bir metafor olarak kullanıp halkın yoksulluğunu anlatan Gogol’un ‘’Palto’’ adlı eseri geliyor ve zihnimde bir soru oluşuyor. Zamanın tüm şair ve yazarları, saray hayatını ve soyluları konu alıp yazarken manyağın biri çıkıp, yırtık paltosunu yenilemek için dişinden tırnağından kesip para biriktiren ve arkadaşlarının düzenlediği, elini kolu nereye koyacağını, nasıl davranacağını bilemediği bir parti dönüşü, dayak yiyerek paltosunu çaldıran ve bunun sonucunda da yataklara düşüp ölen bir memurun hayatını konu alarak, Rus edebiyatında devrim yaratıyor. Bütün büyük Rus yazarlar, bu romandan etkilenip Gogol’un izinden gidiyor. Tolstoy mu, Dostoyevski mi tam emin olamıyorum; şöyle bir cümle söylediği rivayet ediliyor:
‘’ Hepimiz Gogol’un paltosundan çıktık. ’’
Aklımdaki soruya dönmek istiyorum. Rus edebiyatını bu derece etkileyen bir romanın yazarı olan Gogol, ‘’Palto’’ adlı eserini yazarken sanatı sanat için mi yoksa toplum için mi kullanmayı düşünmüştür? Öyle bir amacı var mıydı? Bilemiyorum.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!