Bir kitabı ilk kez eline almak… Kırmızı açtım sayfayı. Bakalım kimlerle dolu odalar? Kapıyı açan Eloğlu, diyor ki: ‘’Böyle şiir olmaz diyeceksin; biliyorum/böyle dünya olur mu?” Bakalım kimler, neler düşmüş dizelere… Çevirdim sayfayı, içerdekiler otuz iki dizilmiş inci, belki siyah belki beyaz. Onlarla tanış olmak istiyorum. Başladım okumaya. Dikkat kesilmiş elim, beş taşın soğukluğunda. Yandığım yerde beni yenecekler ama ille dostun gülü.
‘’yosunumdan elini çeken şu çıplak denize ne demeli”/…/“taş yerinde ağır ağır eriyor”/…/“tuz susuyor”
Yüzüme çarpan ay ışığı, balkondayım, asılı ıslak çamaşır serinliği…
“deniz gözleri yuvasından fırlamış bir çocuk oluyor”/…/“mevsimi değil henüz çürümenin/…/taş kendini toprağa daha sert yaslıyor içim çürürken”/…/“zaten bir yaprak bir defa düşer, bir yaprak bir defa”/…/ağlar yırtılıyor, çarşaflar, sular”/…/üşüyorum, taşa oturdum, kanım çekiliyor”
Tek budamanın altındaki tarlada derler, genç ölüm. Keskin; bir çeşme, bir söğüt, bir abdal, bir durak, beklemek bozkırı. Keskin, söz acısı.
“ellerim ağır, ellerim serin ve keskin/taşlarım ağır, taşlar serin ve keskin”/…/kendime dokundum, gerisi haz ve tatmin/taş bana dokundu, gerisi ağrı, soğuk ve kan”
Çıplak hissediyor mu karadut kendini? Belki de gövdesi ahlak, kapatmış ilk insanlar gibi yapraklarıyla meyvelerini.
“taş hepsinden açık, taş hepsinen buyurgan/taş hepsinden çıplak”/…/“kuşların sesi kaç dikiş izi”
Sayfa sayfa dolaşırken işte Arkadaş, Arkadaş Zekai Özger.
“yoruldum değiştirmekten kanını yüreğimin”, ithaf edilmiş bir dizeyi içiyor. Sıcak gülümsüyor. Anlaşılmak gülümsetir.
“kılıçlar çekiliyor, ahlar ve uçurtma ipleri/…/zaten bir yara bir defa sağalır, bir yara bir defa”
Karşımda bilmediğim bir kelime: Yontuk. Öğrenmeden okunmaz şiir.
“diş izlerimle dolu rüzgar”/…/herkes yakasında yüzümü taşıyor sanki”
Bir dağ aşılmış gibi her şiirden sonra karşımda aşkın sazı sözü Karacaoğlan; su dilli, kuş dilli.
“çiçekleri biliyorum diye kızmayın/…/ben hep kuşlardan yanaydım, hiç sizden olmadım”
Bizden yana oldukları da var, oldukları zamanlar.
“kirin benim kardeşimdir.”
İşte evet kuşlar, ağaçlar, su, ova, dağ. Ve onların bizim kardeşimiz olduğunu söyleyen şair, Birhan Keskin.
Sesimiz yükseliyor, yükseldiğini sanıyoruz dağlara vurdukça. Sonra bakıyoruz geri dönüyor sesimiz bağır, çağır bir şiir.
“beni bir hamlede kökümden sökecek/bu dünya için boşuna yoruldum”/…/“dağ çiçeği sürdüm sesime”/…/“alelacele bir kuş sürüsü nefesin”/…/“toprağın kürekle olduğu gibi değil elbet/güneşin bulutla olan husumeti”
Şairlerin izini süren ses, sustu. Söylesin diye Metin Altıok.
Bir gürültünün içinde kayboldu, dağıtamadı kalabalığı -kala/balık- yaşamayı hiçbir mekanda beceremeyen tür; havada, karada, denizde, sevgide, iyilikte, insan olmakta. Ve nefes alırken onlarcası, oncası…
“bana biraz izin verin, beni buraya siz ittiniz, çıkmam gerek”
Bir baba omuz verirse, kağıttan da olsa gemisi yüzer çocuğun. İşte çocuk poz kesiyor güvertede. Duraksarım ama duramam. Daha güzel sesler var ileride, çağlayan, dökülen. Suyun izini sürüyorum. Duruluk, başımı döndüren HAVVA GİBİ ÇIPLAK.
Öfke kaldırdı taşı yerinden, öfke kaldıracak. Peki haklı mı öfke, sen çağırana kadar bahçene, sokağına, kendine? Öfke dolanacak sahipsiz köpek gibi duvarları.
“ çünkü ben taşıyamadığım ne varsa söküp attım/
buna bir tür makyaj silme ayini denebilir”
Her şey olabilir. Anlamı dağıtan bir mürekkep yayılabilir, izlerini silebilir.
“kuru otları yakarlar ki yeşersin”
Ve işte Cemal Süreya. Bir tramvayda birlikteler, yokuş.
“ Suyumda tutunacak bir kaya arıyorum ben
Balkonlara dizilmiş solgun telgraf çiçeklerine bakıyorum
Delinmiş bir ayakkabıdan sızar gibi sızıyor içime ölüm
Bu korkuyu, bu telaşı anlatamıyorum.”
Tırmanışın bedeli birlikte ödenebilir, payımızı alsak yükten, yükünden zamanın. Tırmanış hafifleyebilir.
“kuruttu dal özbeöz yaprağını”
Fırtına, söz hakkını rüzgara vermeyi dileyen oyuna çağrılmayan Yakup’u mahallenin. Gelir, ne oyun ne çocuk. Bir serçe yarışamaz gücüyle.
“ yakışıyor mu sana hâlâ
bit pazarından aldığın entari”
Bir soruya takılmış akılda pek çok yol açılır. Yalnızlığı sorar insan kendine. Şair John Fante’ye uğramış cevabı alalım diye.
“ üstümdeki külden şikayet eden herkesin elinde
kocaman bir körük”/…/“çünkü bunu hayal edebilecek kadar yalnızım”
İnsan kendini bilmez, başkasını bildiğini sanır. Neyi var neyi yok… Ezberinden bilir.
“bende size göre ağız yok”/…/“anca bana kadar yetiyorum”
Yol, kendine dönmeye başladı. Kendi kendine güzel söylendi. Kıvrıldı, katlandı, uzadı, kısaldı. Durmadı.
“ katı olan her şey buharlaşırdı ve ben katı olan her şeydim
dönüşmeyi kağıtlardan, uçuşmayı küllerden,
sıyrılmayı çocukların kara ve kirli dizlerinden öğrendim”
Ay ışığına yaslandım, okuyordum şiirleri ama tam da bu sayfada. Ardıma baktım, ay yüksek binanın bir odasına giriverdi. Bu kadar ışık fazla değil mi?
“yüzü suya aşina değil öfkemin”
“her gün bu cıvıltısız ağaçlar için kuş yontuyorum kendimden”
Yalnızlığım, parmak uçlarımda yükselince görebildiğim ayna. Yaslamak istiyorum seni boydan görsün diye beni aşk, dünya.
“ ama aşk olsun dünya
aşk olsun sana”
Taş kesildim. Zaman koşarken düştü. Kalkan bendim, sıyrılan taş.
“taştan beledim, beklemeyi”/…/“kuşun göğe faydasını düşünüyorum”
Üryan bir suya girer. Su mu görür, ten mi gerçekliği?
“ölüm
giyenin içini gösteren bir elbiseymiş”
Bir başlıktan geçiyorum, boşluğu dolduran yersiz ve anlamsız hükümlerden, birinden.
“kılık kıyafet yönetmeliği”
Bir dolu içtim diyen türküler, peşinden koştuğumuz mana, od, ol. Bazı sözcükleri yan yana teyelleyip serin gecelerde, bu battaniyenin altında uyuyanlar var evlerde. İşte şurada ayın içeri girdiği pencereden el sallayan Behçet Necatigil. Şair, onun tozundan yıldız serpiyor.
“çoçuğun gördüğü”
Burası gece. Korkudan karanlığı tercih edenlerin zamanı. Sevginin kusurları çıkıyor ortaya. Beceriksizliği, güvensizliği. Sevgi, kusurların altında eksiliyor.
“kirpinin aşkı”, kusurun işlek iddiası.
İlk tanıştığımda “Garipçiler” ile, onlar için üzülmüştüm. Gariban, yoksul, yoksun olmanın türevi gibi düşünmüştüm garipliklerini. Çünkü bozlakların avazıydı garip olmak. Sonra tuhaf. Benimsedim. İşte şair, bu şiirde bu anıya ve o şairlere götürdü beni.
“kemir kemir dünya”
Bu şiirle Sait Faik şiirsel hikayeleriyle dolaştı serbest içimi, Kemal Tahir kalemin ucunu açmak için belindeki çakıyı çıkardı dizeye koydu.
Şaşkınlıktı şair. O iyi sözlerin sahipleri, aralarına almak için bir masa kurmuş onu bekliyorlar. Bu güzel rüya, iki sözcüğün sıçramasıyla sürdü.
“Rabbel alemin”
“ağza alınmayacak insanlar”
Konuşulmayan, konuşmaktan kaçındıklarımız. Eksildiğimiz, eskidiğimiz. Bir kursa mı yazılsak? Yeni Dünya diyorlar, eski ve soğuk kalmayalım.
“ irkiliyorum ama nasıl
ben irkilmeyi yaşlı bir sütçü beygirinden öğrendim
kusarken başımı tutacak kimse yok ama niye ”
Şair, hiç olmadık zamanda ağzından çıkanı kimsenin anlamadığı anların not defteridir.
“af…eğer bir gün…kuş sürüleri…ayna”, kitabın son çakıl taşları.
‘’Taştaki Dikiş İzi’’, şiir ırmağında yıllarca tutunacak bir kaya. Devrim Horlu, iz bırakanları izleriyle birlikte kendi yolundan getirerek bizimle tanıştırıyor. Merhaba!
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!