Göğüs kafesimin içinde durmadan sıkışan, bir açıklık bulup da dünyayı gözüyle görmek için bir kuş gibi çırpınan fakat konacak bir çıkıntı bulamayan kalbim… Anatomik olarak göğüs boşluğunda, akciğerlerin bilmem ne tarafındasın ya, canı cehenneme adresinin! Yağlanmamış kapı menteşelerinin çıkardığı seslere benzer sesler işitiyorum kaburgamdan, yağlamak icap ediyor bütün cıvatalarımı. Ölüyor muydum sanki? Düşecek miydim eğilip gövdeme baktığım yerden, kambur yer çekiminin madeni tükürüğüne?
Şaşkınlıktan donup kalıyorum. Küçük dilimi yutacağım neredeyse. Haylaz bir kız çocuğu, -göğsünde kocaman papatyası olan- sarı elbisesiyle deli gibi koşturuyor bahçemde. Elinde deprem gecesi tuttuğu badem şekerleri… Şaşırıyorum, şimdiye kadar bitmiş olmalıydı yahut erimiş olmalıydı avuç içlerinin sıcaklığında. Hayret!
İç çekmekten gittikçe şişmiş akciğerlerim, genleşmekten kırdığı kaburga kemiklerimin arasından fırlayıvermiş. Göğüs kafesimin her iki yanına birer paslı zincir atıp, kurduğu salıncakta sallanıyor usulca; ayakları, henüz yere değmiyor. Paslı zincirler çığlık atıyor sanki, ha koptu ha kopacak… Çocukluğumun avuçlarına saklıyorum sessizliğimi. Gözlerimi kapatıp merdivenlerimden koşa koşa iniyorum oraya, saklanıyorum küçük ‘ben’ e. Yeniden yaşıyorum, beyaz çoraplarıma siyah benekler konduran çamurları. Tek haneli yaşlarımın heyecanına kapılıyorum yeniden. Salıncak hala gıcırtılar çıkarıyor, düşmekten korkuyorum fakat tereddüt etmiyorum sallanmaktan. Şişman bulutlara burnum değsin istiyorum, iyice asılıyorum salıncağımın demirlerine. Bütün korkular yabancı, bütün öfkeler düşman. Sallandıkça uzuyor kollarım, gövdem genişliyor. Saçlarıma yerleşen rüzgar, sonralarımı unutuyor; yere değmeye başlıyor kısa bacaklarım. Gövdemi öne sarkıtıyor, ardından geriye yaslanıyorum. Hızlanıyorum, ayaklarım biraz daha yükseliyor kendimden. Kendimi kandıramıyorum, ellerim hala uzak bulutlardan, zincirlerden daha çok ses geliyor. Daha çok ulaşmak istiyorum; ayağa kalkıp tam ortasından boğuyorum paslı zinciri, hızlanıyorum.
Yüzüm güneşe kadar varıp, bir susuzluk sessizliğine çekiliyor. Aniden, fırladığımı hissediyorum, elimdeki kırık demir parçalarını bırakmadan. Islak toprağın üzerinde koşuşturan tavşanlardan bahseden bir roman okumuştum. Yüzümün değdiği yerde o toprağın kokusunu alıyorum. Bir bir gözümün önüne dökülüyor, kendime fısıldadığım ne varsa. O parkta kolumu büken kadın, dönme dolaptan inmeyen çocuk, sırtüstü düştüğüm taş, zinciri durmadan atan yeşil bisikletim, dizlerimdeki yaralar… Bir ışık vuruyor yüzüme, öldüm mü acaba? Acaba evren mi değiştirdim yahut o masal gibi dinlediğim uzaylıların dünyasında mıyım?
Avuçlarımdaki badem şekerleri erimiş, tırnaklarımın arasına toprak doluyor. Yüzümün toprağı öptüğü yerde beyaz bir ışık, -taşların ardında kırılarak binlerce ışık demetine- sarıp sarmalıyor beni. Öldüm mü, ben neredeyim? Aydınlık, nereye çekiyor beni? Kamaşan gözlerimi ovuşturuyorum, güneşin suratında bir çocuk el sallıyor. Elleri kanamış fakat bunu göstermekten çekinmiyor. Dizlerimi kanattığım yerlerden toprağa sızıyorum. Öyleyse vakti gelmiş. Affediyorum kendimi; çocukluğumu, ağrılarımı, asiliklerimi… Göğüs kafesimin içinde bir kuş gibi çırpınan kalbimi azat ediyorum, içimde kurduğum hapishaneden. Bir kelebek istilası başlıyor, ekinler boy vermiş ve etraf günlük güneşlik…
Çocuk halime not: Şimdi sen hep o küçük cücesin, hep orada kalıp bir an için koşup geleceksin. Bildiğini yap: Çimlere bas, duvarları boya, ağaçlara tırman, düş, kalk, dizlerin kanasın… Korkma, burada seni bekliyor olacağım. Kavgamız olan çok mevzu var.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!