El kadar cetvelin küçücük deliğinden bakıp büyük pencereler açmaya çalışırdım; yetmezdi. Cetvelin bir köşesine kondurulma sebebi muamma olan o bir parça büyüteç ile açılası olan büyük pencerenin aralıklarındaki böcekleri incelerdim. Bir bilim insanı gibi hissederdim kendimi. Oysa kapının önüne bırakılmış kesik başlı hindinin poşetle peşime düşmesine korkardım. Merdivenlerden yuvarlanmamıştım neyse ki! Ödlek bilim insanı.
Deli gibi gülüyorum şimdi, denize nazır olmayan ve duvarları çatlamış evimden. Karanlığı ben doğuruyordum kendime, ben! O karanlığa, iki yumurta kırmak da marifetti bana göre. İki göz açacaktım kara deliğine dünyanın, hem de yumurta sarısından iki göz. Durmadan haneme doğup da her şeyi mahveden o sembolik Venüs’e ‘’kendine gel ‘’ diyecektim. ‘’ Öyle aklına estiği gibi girip dağıtamazsın kafamı, haddini bilip çekip gidecektin. ‘’ demedim hiçbir zaman. Venüs de gitmedi tabi. Fakat -gece işte- karanlık, yamuk ritimleriyle dolduruyor odamı. İki pencerenin arasında kalmış cereyana kapılmışım. Ateşli nöbetler geçiriyorum, perdelerim havalanıyor yüzüme doğru; üşümüyorum. Bir terslik var, anlayamadığımdan öylece bakakalıyorum duvarlara.
Duvarlarda, ellerimin izleri, büyümüşüm. Neye göre, kime göre büyüyorduk? Karşı komşunun bahçesinin ortasından göğe doğru uzanan o yaşlı kavak ağacına göre mi, dut çaldığım bahçeye göre mi? Herkes eşit büyüyordu, belki de yanılgıydı büyümek… O kavağı da kestiler zaten, ne kadar bağlanmıştım ona, nasıl da arkadaş bellemiştim. Neden keserler ki ağaçları, neden izin vermezler dallarına karga dahi olsa kuşlar dizilsin? Açgözlüyüz çünkü. Yakmalıyız ne varsa, kime ne ödlek bir bilim insanının ne hissettiğinden! Sonra, kuşlar benim pencereme konmaya başladı, buğday döküyordum penceremin önüne. Ürküyorlar. Hem de benden! Kaçıyorlardı, sonra özel bir saygı gelişti aramızda. Çift camlı pencerelerin ardından konuşuyorduk işte. Bu, benim ilk koşulsuz sevgimdi sanırım.
Size de aşk olsun sokak lambaları, bozulacak gün müydü sanki? İyi ki bir avuç ay parlıyor gökyüzünde! Sahi, sen de baktığında aynı yıldızı görüyorsun. Gök aynı gök ama farklı coğrafyalar, kör mü ediyordu bizi? Cılız bir fener ışığını duvara tutup yere bırakıyorum, çünkü karanlığımı ben doğuruyorum. Yüzüme vurmasını istemiyorum ufak bir aydınlığın bile. Kendimle analitik kavgalar ediyorum. Kocaman evrende bir noktanın kaç milyonda birisisin, hepsi bu. Bir hiç demek oluyor bu. Hiçlik, yuvarlanmaktır yeryüzünde. Bir böceğin beni yuvarlamadığından emin değilim. Zaten ya yuvarlardı ya uçururdu fakat ölesiye korkuyorum örümceklerden. Örümcek olmasın-dı ağına saran beni. Belki de zehirli ısırığı bir böceğin, bedenimi felç etti; ağrı sızı duymuyorum. Duymamak, görmemek, konuşmamak… İşte mesele bu. Fakat ben dikiliyorum, hâlâ buradayım. Duymak, görmek ve konuşmak için.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!