Çalıştığı fabrikadaki mesaisi bittiğinde gıcırdayan dişlileri, kaynak makinelerinin cozurtusunu, pres makinesinin gürültülü poflamasını, ustabaşının mavradan bağırışlarını, işçilerin kendi aralarındaki kaba şakalaşmalarını en azından hafta başına kadar duymayacağı için rahattı. Üzerini değiştirip, kimseler kapmadan, külüstür servis minibüsündeki pencere kenarındaki yere oturdu ve diğer işçiler gelene kadar sessizliğin tadını çıkarmaya çalıştı.
Mayıs ayının Ova üzerindeki güneşli tahakkümü, onu şimdiden terletiyor ve sentetik kumaştan yapılma tişörtü de kaşınmasına sebep oluyordu. “Kadına kaç kez pamuklu al dedik, gitmiş tablacıdan bunu almış…” diye kendi kendine söylendi. Sonra bağrışa çağrışa gelen diğer işçileri fark etti. “Siz de gelin, aman geç kalmayın, iki dakikalık huzurumun içine sıçın.” diye dudaklarının içinden küfre benzeyen bir fısıltıyla konuştu. Mesai arkadaşları, servis minibüsüne binince onlarla birlikte sinir edici bir ses uğultusu da binmiş oldu.
Klimasız servis minibüsü, sanayi bölgesini terk ederken mesaiye kalmış arkadaşlarını düşündü. O, hiç mesaiye kalmazdı. Karısının bütün ısrarları ve ustabaşının tüm tehditleri, bugüne değin işe yaramamıştı. O bir an önce mecburi mesaisini bitirip bu gürültüden uzaklaşmak istiyordu. “Hem üç beş kuruş fazla para kazanınca ne olacaktı ki? Gecekondu mahallesinde olsa da iyi kötü bir evi, evinin de küçük bir avlusu vardı. Bu yaşa kadar çoluk çocuk da olmamıştı. Ee ne yapacaktı mesaiye kalıp da?’’ Düşüncelerinden sıyrıldığı vakit, minibüsün içindeki gürültüye kulak kabarttı, her ağızdan bir ses çıkıyordu. Evliler geçim sıkıntısından söz ediyor, iktidardaki partiye sövüp sayıyorlardı. Bekarlar, ellerindeki buruşuk maç gazetelerinden iddia kuponu yapmaya çalışıyor, bir başkası ‘’İkinci ayakta kim gelir?’’ i tartışıyor, yazdığı ayaktaki atın yedi ceddine sayıyordu. İçinden “Ama sorsan kendi dedesinin adını bilmez pezevenk!” diyerek dudaklarını hoşnutsuzlukla büküp, gözlüğünün altından küçümser bir bakış attı, at yarışı oynayana.
Karısının siparişlerini almak için minibüsten – şehir merkezinde – inerken yalnızca Veysel Usta’ya görüşürüz manasında bir baş işareti yaptı. Diğeri, oturduğu yerden elini göğsünün üstüne koyup sessizce uğurladı arkadaşını.
Çalıştığı fabrikada Veysel Usta’nın dışında kimseyle konuşmaz, gereksiz muhabbetlerden kaçınırdı. Gençler yaşlılığından, yaşıtlarıysa mızmızlığını ve konuşmazlığını bahane ederek yanına yanaşmazlardı. Onun da canına minnetti. Her ne kadar Veysel Usta, muhabbetleri sırasında haktan, hukuktan, sendikalaşmak gerektiğinden, patronların işçileri acımasızca sömürdüğünden bahsetse de o, bu gibi işlere yanaşmazdı. Nemelazımcıydı. Ama yine de Veysel Usta’ya karşı içinde adı konulmamış saygıyla karışık bir sevgi duyardı. “Hem ona neydi ki, onun tek istediği bugüne kadar başaramasa da borçsuz harçsız sessiz bir yaşam sürmekti.”
Şehrin merkezinde indiğinde onu, motor homurtuları, seyyar satıcıların çığırtıları, otobüs muavinlerinin durmadan aynı semt isimlerini tekrar eden tok sesleri, gürültülü egzoz bağırtıları, insanın beynine beynine işleyen korna sesleri karşıladı. Bütün o gereksiz gürültünün, kafasına balyoz gibi indiğini hissetti. Bir an önce siparişleri alıp semt dolmuşuna binmek ve evine gitmek istiyordu. Dolmuşla yolculuk etmek de ayrı bir belaydı ama ne yazık ki yapacak bir şey yoktu. Binecekti o dolmuşa.
Siparişlerin hepsini aldığına emin olmak için tek tek poşetleri kontrol etti ve kafasının içindeki uğultu ve terden sırılsıklam olmuş tişörtüyle dolmuş durağına doğru yürüdü. Durağa geldiğinde uzunca bir sıranın sonundaki yerini alıp beklemeye başladı. Cumartesi gününün öğleden sonraki kalabalığı, kalabalığın ellerindeki poşetler, poşetlerin içindeki ıvır zıvırlar bugünün diğer günlerden farklı olduğunu belli ediyordu. Bugün durumu olan olmayan herkes, mutlaka mangal yakacaktı. Olanağı olan azınlık Yeni Rakı, olmayan çoğunluk ise boğma rakı içecekti. Bu, adı konulmamış bir kuraldı. Değişmezdi.
Dolmuş, durağa yanaştığında sıcaktan bunalmıştı. Bir an önce evine ulaşmak isteyen elleri poşetlerle dolu kalabalık, dolmuştakilerin inmesini beklemeden hücuma geçti. Kısa süreli bir arbede ve bağırış çağırıştan sonra herkes birbirini kaba ve anlayışsız olmakla suçladı. Binbir zahmetten sonra ayakta da olsa o da kendine bir yer buldu. Dolmuşun içi, fırından alınmış pide ekmeği, çiğ ve kızarmış tavuk, terle yoğrulmuş şekerli parfüm kokuyordu. Dolmuşun içinde kimseye değmemeye çalışarak elindeki öteberiyle ayakta dengede durmaya çalışan adam, aracın hareket etmesiyle birlikte yaşadığı zorluğun son halkasında olduğu için belli belirsiz bir huzur içerisinde hissetti kendini. Kafasının içine doluşan bütün bu kaba seslerden kurtulup, evinde sessiz sakin bir Cumartesi’ye hazırlıyordu kendini.
Dolmuşun içindeki sıkış tıkış yolculuktan, yolculuk esnasında müşterilerin şoförle münakaşasından, şoförün klimayı açmamak için direnmesinden, insanların bağıra çağıra cep telefonlarıyla konuşmasından hatta o telefonlardan dizi izlemesinden, her yirmi metrede bir “Müsait bir yerde inecek var.” demelerinden bunalan adam, sokağın başında indiğinde derin bir soluk aldı. Son olarak mahalle bakkalına uğrayıp tezgah altında satılan, pet şişe içerisindeki boğma rakısını alıp evin yolunu tuttu.
Sokağa girdiğinde, müstakil evlerin her birinde hummalı bir hazırlık olduğunu gördü. Mangallar avlulara çıkartılmış, işten gelmiş kocalar, babalar beyaz atletleri, yazlık pijamaları, sıcaktan ve terden kızarmış yüzleriyle ateşi yakmaya çalışıyorlardı. Göz göze geldikleriyle selamlaştı. Diğerlerini es geçti. Asma çardaklı avlusunun kapısına vardığında, karısının avluyu suladığını, masayı çardağın altına çektiğini gördü. İçten içe sevindi. “Allah vere de kimse gelmiye.” diye bir temenni cümlesi kurdu içinden. Poşetleri karısının eline tutuşturup banyoya yollandı. Bolca ılık suyun ardından son olarak buz gibi birkaç tas soğuk su dökündü. Pijamalarını ve atletini giyinip avluya çıktı. Çıkmasıyla sessizlik düşlerinin yıkılması bir oldu. Avlunun girişinde karısı, annesini ve kardeşlerini karşılıyordu. İçinden “Allah’ın belaları, bir Cumartesi de gelmeyiverin yahu!” dedi. İçinden konuştuğu halde karısının bunu suratından anlamaması için yoğun bir çaba sarf etti. Gitti, samimi görünmeye çalışarak kaynanasına ve kaynına ‘Hoş geldiniz.’’ dedi. O esnada karısı “Anne, ablamgil gelmeyecek mi?” demez mi… Adamın beyaz suratı, birden bire renk değiştirdi. Bağırtılı cümlelerle konuşan baldızı, zevzek kocası ve birbirinden yaramaz beş çocuk. “Allah’ım bana sabır ver.” dedi adam.
Kaynı, “Enişte sen otur, ben hallederim mangalı.” deyince, adam ‘’İyi bari en azından mangal yakma zıkkımından kurtuldum.” diyerek çardağın altındaki sedire kuruldu. Karısı, kaynanası ve gelinleri işlere girişince ona da gözlerini kapatıp sessiz hayallere dalma fırsatı çıkmıştı. Yorgunluk ve sıcaktan mayışmış halde gözlerini kapatıp sessizlikle örülü bir düşün içine yuvarlandı yuvarlanacaktı ki baldızının gırtlaktan gelen bağırtısıyla irkildi. Beş çocuk ve karı koca avluya girmiş, girer girmez de ortalığı velveleye vermişlerdi. Bacanağının elinde meşale gibi tuttuğu bir binlik boğma rakı vardı. “Bu gece bitmez.” diye düşünüp bütün bir hafta kurduğu hayallerin olamayacağını anlayıp mahzunlaştı.
Yemeğe oturduklarında, avludaki çocukların ve kadınların gürültüsüne sokağın ve sokaktaki diğer evlerin gürültüsü de eklenmişti. Masadaki kadınlar, bir yandan kızarmış tavukları dişliyor, aralarında bağırarak konuşuyor, bir yandan da çocuklara bağırıyorlardı. “Ahmettt, çekme kardeşinin saçını.”, “Meryemm, kızdırma abini, gel şu sokumu ye.” demelerine rağmen, çocuklar, arsızlaştıkça arsızlaşıyorlardı. Avluda kimse kimseyi dinlemiyor, hepsi bir anda konuşuyor; adam, “Yahu bağırmayın.” dedikçe, kadın kocasına dik dik bakıp “Kim bağırıyor ki, konuşuyoruz şurada.” diyordu. Adam, sinirlendiğini belli etmemeye çalışarak bardakta kalan boğmayı bir dikişte içti. Sonra da “Ulan şaşkın, sessizlik ve huzur arayan bir adamın böyle tantanalı bir mahallede ve konuşmamanın ölümle eş değer olduğu bir ailede işi ne?” diye düşündü. İkinci bardaklardan sonra sanki tüm sokak sözleşmiş gibi her biri bet sesiyle şarkı türkü çığırmaya başlamıştı. Kimi arabeskin farklı tonlarından giriyor, kimi uzun havaya yelteniyor, kimisi de eli kulağa atıp gazele girişiyordu. Her biri ne kadar çok bağırırsa sesinin o kadar çok güzelleşeceğini zannediyor ve birbirlerini bastırmaya çalışıyorlardı.
Bütün bu biçimsiz seslere arada tabanca sesleri eşlik ediyor. Hatta hızını alamayanlar, havai fişek patlatıyordu. Adam, yalnızca kendisinin duyacağı bir ses tonuyla “Hah kafamızı siktiğiniz yetmiyormuş gibi bir de kuşları da öldürün.” dedi. “Gitmek gerek.” diye düşündü. “Bu lanet mahalleden taşınmak, şart oldu.” Ama biliyordu ki ne zaman bu konuyu karısına açsa, kadın sanki canına kast edilmiş gibi irkiliyor, bin dereden su getiriyordu. Karısı, Nuh diyor peygamber demiyordu. Adam da her seferinde karısının öne sürdüğü bahaneleri kabul etmese de başını öne eğip susuyordu. Onun istediği neydi ki? Akşam işten eve geldiğinde sessizlik ve bir parça huzur.
Üçüncü dublelerden sonra avludakiler işi daha da azıtmış, kim tüfek ya da tabanca patlatsa diğeri, “Vay, bize nispet ha…” diyerek diğerlerinden daha fazla patlatıyordu. Bütün bunların üstüne sokağın debdebesi de artmış, yeni yetmeler, egzoz ayarlarıyla oynadıkları motosikletleriyle, bir o yana bir bu yana gidip duruyor, sokağın içini gürültüye boğuyorlardı. Adam, rakının da etkisiyle bir iki kıpırdanıp gençlere sövmeye yeltendi. Ama karısı hemen müdahale etme gereği duyup “Karışma.” dedi. “Gece gece başımıza iş açma.” Adam, sustu. Gecenin iyice çökmesini, herkesin evlerine dağılıp sessizlikle baş başa kalabileceği saatleri beklemeye başladı.
Bütün o gürültü patırtıyı sineye çekip susmaya, misafirlerin bağırtılı konuşmalarına katlanmaya, bacanağının durmadan bir şeyler anlatıp durmasına ancak içtiği boğmanın yardımıyla katlanıyordu. “Bu lanet kalabalık elbet gidecek, diğerleri de mutlaka uyuyacaklar, ben de sessizliğime kavuşacağım.” diye düşündü. Ama saat, gece yarısı olmasına rağmen kimsenin gideceği yoktu. Arada bir uyukluyor numarası bile yaptı. Fakat kimse umursamadı. Karısı, “Uykun geldiyse kalk yat.” dedi. Yok, yatmayacaktı. Bütün bir hafta beklediği o sessizliğe kavuşmadan, o sessizliğin huzuruyla birkaç düş parçasına sarınmadan uyumak istemiyordu.
Nihayet, misafirler için gitme vakti gelmişti. Adam, içten içe sevindi. İçeride uyuyan çocukları uyandırdılar ve avlu kapısında vedalaşma merasimi başladı. Herkes gecenin ne kadar da güzel olduğundan bahsediyor, karısı “Allah’ını seversen apartmanda otursak böyle rahat olabilir miydik?” diyerek soruyu sözde annesigile yöneltip kocasına laf sokuyordu. Adam, lafa hiç girmedi. Bir an önce gitsinler istiyordu. Gitsinler ve onu sessizliğiyle baş başa bıraksınlar.
Gittiler ve adam rahat bir soluk aldı. Karısı bir şey isteyip istemediğini sordu. Yoktu. İstemiyordu. İçinden “Bir parça sessizlik.” dedi. Kadın, “Ben yatıyorum.” dedi. “Ben de birazdan gelirim.” dedi adam. Asma çardağının altındaki sandalyesine oturdu, ayaklarını uzattı. Beklediği saat gelmişti. Avlu sessizliğe bürünmüş, sokakta tek tük gelip gidenlerin sesleri kalmıştı. Onlar da elbet çekilecekti. Sırtını sandalyesine yaslayıp, gözlerini kapattı. Arkası orman, önü deniz, sessiz sakin bir kasaba düşüne hazırladı kendini. Rakının mahmurluğu ve günün yorgunluğu, göz kapaklarına baskı yapıyordu.
Kendine sessizlikten bir çerçeve çizdi, çerçevenin içinde tüm ihtişamıyla yıldızlı bir gökyüzü ve denizin hışırtılı fakat huzurlu sesi vardı. Günün bütün o çirkin ve huzursuz seslerini çerçevenin dışına itti. Hayattaki tek zevki – sessizlik – ile düş kurmak zevkine ulaşmak üzereydi. Düşünde kasabayı ve yollarını çizmeye henüz başlamıştı ki, sokakta bir gümbürtü koptu. Korkuyla yerinden sıçrayıp ne olduğunu anlamaya çalışırken, ardından da silah sesleri ve çığlıklar geldi. Durdu, düşündü; düşlerine çomak sokup onu bu zevkten mahrum edenlere sövdü. Bu mevzu, sabaha kadar sürer kanaati içinde “İçmeyi bilmiyorsanız içmeyin bu boku!” diye söylenerek içeriye karısının yanına gidip uyudu.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!