Karnım epey acıkmış olmalı, sabah tıkıştırdığım poğaçadan başka bir şey girmedi mideme. Hava kararmış. Burada zaten erken akşam oluyor, bir şeyler yemek istemiyordum; hele ciğer, kebap neyim görmek bile istemiyordum. Dışarı attım kendimi, Dağ Kapı’ya doğru yürüyordum. Bu şehrin de meydanı betondandı, yalnız biraz fazla polis süsü verilmiş taşlar. Kaleleri olmayan boşlukta çocuklar top oynuyordu, top patlak, gökyüzü açıktı. Yol kenarındaki işporta tezgahlarında aşina olmadığım bitkiler yahut meyveler vardı. Turşu suyu ve şalgam satan adamın yüz hatları, yer çekimine doğru, bıyıkları ise tersi istikamette yorgundu.
Hasan Paşa Hanı’nı da geçmiştim, ara sokaklar büyük beton bloklarla kapatılmıştı. O kadar nizami bir denklik söz konusuydu ki sanki bunun için üretilmişlerdi. Elbette üstlerindeki tel örgüler, kuşların konamaması içindi. İçindir ki burada insanlar yaşamıştı, sokak duvarlarına Türkçe bilen bir arkadaşından aldığı yardımla yalnızca iki hafta gittiği okuldaki kızın ismini yazmıştı çocuk. Tatlıcı vitrinindeki tepsilere dalmışım sonra, acaba bu baklavaları sıcak şerbetle mi haşlıyorlardı yoksa ılık şerbetle mi? Sıcak şerbetle daha bir çıtır çıtır olurdu sanki.
Yürümeye devam ettim, ışıklı tabelası gözlerimi alan bir tütüncüye girdim. Kaçak sigara sordum, yok dedi. Bence vardı ama ısrar edemedim, şortlu bir adam ne kadar ısrar edebilirdi ki? Adıyaman tütünü aldım, hayatımda hiç tütün sarmadığım halde. ‘’Filtre ve kağıt ister misin?’’ diye sordu adam, bu sefer de ben, ‘’Yok.’’ dedim. Boşaltılmış bir otel gördüm. Terk edilmiş bir bina kadar çok az şey hüzün verir; belki terk edilmiş bir şehir, belki terk edilmiş bir ülke… Derken yanımdan bir kadın geçti ya da bir kadın kokusu demeli. Gün henüz ağarırken, çiğ damlalarına tarçın düşmüş bir lavanta bahçesinde uyanmışım gibi hissettim. Öylece arkasından bakakalmıştım.
Siyah kısa bir etek giymişti, uzun topuklu siyah ayakkabıları ve siyah bir bluz vardı üzerinde. Neden bilmiyorum, peşinden yürümeye başladım. Yavaş değil ama kendinden emin bir yürüyüşü vardı. Büfeye girdi ve çabucak çıktı. Sanki bana bakmıştı çıkarken ama emin olamadım, takip etmeye devam ettim. Hastanenin olduğu sokağa girdi, çöp tenekesine ufak bir kağıt attı. Kendime hayret ederek peşinden çöpteki kağıdı aldım. Kağıttan kafamı kaldırdığımda, ortalarda yoktu. Uzun bir caddeydi yürüdüğümüz. Ara sokaklar falan yoktu, ilerideki yerlerden birine girmiş olmalı diye düşünüyordum. Sağa sola dikkatlice bakınarak yürümeye devam ettim. Camları siyah bir mekanın önünde durdum, içerisi görünmüyordu. Kapıdaki zayıf ama tehlikeli gözüken adam, “Buyur, geç abi.” dedi.
Tedirgin bir halde girdim, Anayurt Gazinosu’na. İçerisi, karanlık denilebilecek kadar loştu ama kısa kıvırcık saçlarından tanıdım onu; arkasındaki masaya oturdum. Her şey abartılı ve beyazdı. Aslında her şey neon ışıklarının vurduğu gibi pembe, mor, sarıydı da biraz. Açık pembe yüzlü garson, “Ne emredersin abi?” diye sordu, önümdeki mor menüye bakarken. Uzun süredir içki içmemiştim. Daha doğrusu, sünnet düğünümde dayımın rahatlayayım diye meyve suyuna kattığı votkadan beri içmemiştim. Çünkü alkol, sünnetçilerin kafasına kusmanıza sebep olabilir. Hatta bu yüzden fenni sünnetçiler ve yüzücüler bone takarlar. Rakı söyledim. Çünkü rakıya su katınca beyazlaşıyordu, sararıyordu, morarıyordu ve siz kızarıyordunuz.
Rakının verdiği cesaretle “Abi kesme lütfen, n’olur kesme!” diye bağırmadım ama “Pardon, masanıza oturabilir miyim? Lütfen yanlış anlamayın. Hay allah, ben, yani, bir art niyetim yok; yalnızca sohbet etmek için…” diye gevelerken “Aa buyur tabi, ne mahcup şeysin sen öyle.” şeklinde masasına davet etti. Gözleri aşka gülen bir söğüt dalı değildi belki ama simsiyah parıldıyordu. Yüzü, diyaloglarını ezbere bildiğin bir filmin her mutsuz olduğunda açtığın sahnesiydi sanki. Elleri uzun ve şeffaftı, rakı döksem eminim ki beyazlaşırdı.
“Ben Maria Puder bu arada, sen kimsin bakalım?”
“Ben Fuat, iş için buradayım bir süredir. Tanıdığım pek kimse de yok, o yüzden yani böyle…”
Gülmeye başladı; sandım ki nesli tükenmiş kuşlar, veda etmeye dönüyorlar.
“Yalnız birazdan iki arkadaşım gelecek, sorun olmaz değil mi senin için?” dedi.
“Ben kalkayım isterseniz, hem yanlış anlamasınlar. Ben, sadece, yani sizi de yalnız görünce…”
Derken ayağa kalktı:
“Heh geldiler işte, tanıştırayım Raskolnikov, Bazarov; bu da Fuat.”
‘’Memnun oldum.’’ deyip otururken Maria Puder’in göğüslerine dalmışım. İçimi korkunç bir endişe kapladı o an. Küçük göğüslü kadınlar hakkında bir fikrim vardı, büyük göğüslü kadınlar hakkında da bir fikrim vardı. Ancak Maria’nın göğüsleri tam da olması gerektiği gibiydi, tam da olması gerektiği gibi göğüsleri olan bir kadın, nasıldır ki? İlk defa deniz görmüş bir çocuğun şaşkınlığıyla, konuşulanları dinliyordum. Deniz güzel bir şey miydi yoksa korkutucu mu, bilmiyordum. Raskolnikov mübaşirmiş, Bazarov hiç şiir yazmamış ama şairmiş, Bağlar’da annesiyle yaşıyormuş. Maria Puder ise resim öğretmeniymiş. Özel bir okulda üç kuruşa çalıştığını, çocukların çok şımarık olduğunu anlattı durdu, üzüldüm açıkçası.
Raskolnikov, durmadan sıcaktan şikayet ediyordu. ‘’Ben soğuğa alışkınım, burası çok sıcak.’’ deyip redingotunun bir düğmesini çözdü. “İnanır mısınız, bugün bir davaya şahit oldum. Kafkaslardan gelen bir aile, sadece beş kapik için bir çocuğu kaçırmış.” diye veryansın ediyordu. Oysa ben bugün göçmen bürosunun önünde, “Buralara oturmayın kardeşim, siz laf anlamıyor musunuz? Aha şu karşıya gidin. Burası yasak.” diye Suriyeli mültecileri azarlayan bir güvenlikçi görmüştüm. Bazarov önündeki haydariyi eşeliyordu, “Bunun sarımsağı çok fazla, bana balık çorbası getir!” diye bağırdı. Sonra bana döndü:
“Dostum, aslında burada olmanın bir anlamı yok, yani herhangi bir yerde olmanın bir anlamı yok. Uzayda yer kaplamanın bir anlamı olsaydı eğer, her toz zerresinin ayrı bir anlamı olurdu. Oysa anlam, bizim uydurduğumuz bir kavun.” dedi.
Başım dönüyordu. Belki de ben yanlış anlamıştım. Bir sigara istedim Maria’dan, aslında bende tütün var ama sarmayı bilmiyorum diye açıkladım. Gülümsedi yine, nadasa bırakılmış topraklar avutuldu. ‘’Ver ben sarayım, Erasmus’la Almanya’ya gittiğimde öğrenmiştim.’’ dedi, çantasından çarşaf çıkarırken. “Şu tütün saranlardan hiç hazzetmiyorum, bana gösteriş gibi geliyor, boş tütün sarmak.” diye çıkıştı Bazarov. Pembe yüzüyle Maria Pudre’in göğüslerine takılmıştı Raskolnikov. Şehrin sakinliğini, durgunluğunu, kabullenmişliğini düşünüyordu. “Burada votkanın yanında çerez isteyince kavrulmuş çekirdek getiriyorlar, çok komik değil mi?” dedi Bazarov, duvardaki Neşet Ertaş posterine bakarak. Bence duvardaki sarkaçlı ahşap saatti gülünç olan, buranın zamanla bir bağ kurmasıydı. Sigaranın kendi kendine yanmaya devam etmesi, rakının azalması, insanların hareket edebilmesiydi absürt olan.
Elimde dolaştırıp durduğum kadehi dikip, başımı -masanın üstünde Maria’ya yalvarırmışçasına duran- kolumun üstüne koydum. Bazarov’un alay etmeyeceğini bilsem kusardım, kusardım ve bana büyük gelen bir tişört içinde, tanımadığım bir evde, temiz çarşaflar üstünde uyanırdım sabah. Maria Puder’in yastığının nasıl koktuğunu düşündüm, yastık olmanın hareketsiz huzurunu. Manasızca oradan oraya yürüyen köpekleri, evrene dağılıp duran sesleri, seslerine anlam yüklemeye çalışan insanları düşündüm. “Senin soluk beniz, gitti galiba.” diyordu Raskolnikov, bunu duydum. Bazarov’un “Asıl adaleti, uyku dağıtır.” dediğini de duydum sanırım.
Muhtemelen iyiydim. Yan masadaki adamlar, herkesi soruşturduklarından bahsediyordu. İmza atan herkesi, özellikle de Kuzey İrlandalıları. Keşke afili bir imzam olsaydı, yani mürekkebin kalkıp gitmek istemediği bir mekan olsaydı, ben olduğumu anlatma çabam. Belki de ‘Burada ne işim var?’ sorusunun en sade yanıtı olurdu. Ahmet Kaya’nın az arabesk bir şarkısı çalıyordu. Maria, “Hepiniz kimsenin okumayacağı bir kitap bırakıp gidiyor zaten!” diye bağırdı. “Öyle deme, Can Baba’yla Ankara’dayız bir gün. Bu, üç şişe şarap içmiş; hala da tutturuyor ‘Bana şarap bulun.’ diye. Sonra kürsüye çıktı, biz şok! Dedi ki: ‘Hepinizin a…. koyayım.’ Böyle bir şeyler anlatıyordu Bazarov. Raskolnikov pos cihazı istedi, sağ olsunlar bana bir şey ödetmediler.
“Gel, yeni stadın orada arabayı kenara çekip devam ederiz.” diye çok ısrar etti Bazarov ama “Yok ben eve kaçayım, sabah mesai var.” dedim. Raskolnikov:
“Bu çaresizlikten kaçış yok dostum, bedenini saklayamazsın ve etin, muktedire aittir.” dedi vedalaşırken.
Maria Puder’e sarılsam mı, yoksa tokalaşsam mı tedirginliğini yaşarken, o kucakladı beni. Kulağıma “Çöpe bıraktığım kağıdı aldın dimi?” diye fısıldadı. “Keşke hayat, tahammül edemeyeceğimiz kadar bize ait olsa.” dedi gülümseyerek. Sanki yıllardır su bekleyen gecekondulara nehirler taşındı. Eyvallah dedim, arabaya doluşurlarken. Geri dönüp yürüdüm biraz, sokak lambası altında çöpten aldığım ufak kağıdı çıkardım arka cebimden. Şöyle yazıyordu:
“Ciğer ye! Buranın ciğeri, çok güzeldir.”
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!