Damın üstü her zaman bir ev sıcaklığı, bir baba ocağının sıcaklığını verirdi bize. Gece oldu mu yatağımızda uzanır, ay kadar aydınlık, ay kadar güzel hayaller kurardık. Üstelik uzun zamandan sonra yatacak bir yerimiz vardı. Gözlerimiz hep yıldızlara bakardı, gökyüzü yıldızlara serilmiş gibi gelirdi bazı geceler. Böyle zamanlarda içimiz içimize sığmazdı. Keyfimize diyecek yoktu. Umutla doluyduk. Bu kadar sefilliğe, gaddarlığa, namussuzluğa, doymak bilmeyen ağalara ve haksız ölüme rağmen, hayatın güzel olduğuna dair inancımız vardı. Bunca yılın sıkıntılarından ve acılarından sonra, gelecek günlerin daha güzel olacağına inanıyorduk.
Hayallerimi sıralardım. Ben söylerdim, Mervan dinlerdi; sonrasında o da dahil olmak ister ve çoğu zamanda muhalefet olurdu. En son ”Bu kadar güzel hayaller kuruyoruz da insan, en iyi yaşadığı hayattan emin olabilir. Hayallerimizdeki yaşamın bizi mutlu edeceğini nerden biliyorsun?” demişti. Onu duymamazlıktan gelir, yıldızları saymaya, ayın büyüklüğünü ağanın tarlasıyla karşılaştırıp tahmin etmeye çalışırdım. Sağ yanımdaki sedirden mırıltılar gittikçe yükselmişti, bir türlü kafamı toplayamıyordum Mervan’a cevap vermek için.
“Neyin var, neden uyumuyorsun Halil ağabey?”
”Uyumak kolay mı kurban? Kaderimiz, Derviş ağanın iki dudağının arasında sıkışmış. Baksana şu sefillerin hallerine, beş gündür aç susuz, yalım ateşi güneşin altına bekliyoruz. Elçi de sürekli ”Bekleyin, bekleyin.” diyor. Ulan puşt, hiç mi acımasızsınız bu çoluk çocuğa, ne yer ne içer, insan bir sormaz mı? Ağaymış, tüküreyim senin ağalığına. Kusuruma bakma kurban, sinirliyim. La havle ve la kuvvete illa billahil aliyyil azim.”
”Hem sen neden uyumuyorsun, de hele?”
” Hiç, uyku tutmuyor.”
Halil ağabey, kırlaşmış saçları, bıyığından çengel burnunun ucunu göremeyecek pos bıyıklı, elleri, kabaran damarları, yaşamın ağırlığını tüm çıplaklığını gösteriyor sanki. Zayıf ve çelimsiz biriydi. Belinde duramayacak kadar zayıf olduğu için rengi benzi kaçmış yamalı şalvarını iple tutturuyordu. Yan tarafta burnunda soluyan Rüstem de nihayet uyandı, konuya müdahil olduğuna göre onu da uyku tutmamıştı belli ki.
“Biz eşek başı olmuşuz, bize semer vuran çok olur.” dedi.
Halil Ağabey de oradan “Öyle deme kurban, kapısına gidelim, üzür dileyelim, lastiğinin altını öpelim ama gitmeyelim, geri dönersek köye, rezil oluruz. Bu kadar yol gelmişiz, geri dönmek olur hiç, sen söyle Zeynel?”
”Olmaz, olmaz tabi.” deyip geçiştirdim.
Rüstem devam etti:
“Bekle bekle, nereye kadar ağalar, siz söyleyin? Elçi de iki gündir gelmiyor zaten, ağadan umudu keselim biz, başka yerlerde arayalım rızkımızı.”
“Halil ağabey, olmaz. Hayır vallahi olmaz, kurban olduğum, olur mu hiç öyle? Ağanın kaç yıldır ekmeğini yiyoruz, bir yanlışlık olmuştur, hemen çekip gitmek olmaz. Hele sabahı bekleyelim, gün ola hayr ola.” dedi.
Rüstem, ”Ekmeğini yiyoruz da babasının hayrına vermiyor ya, o ekmeği alıncaya kadar kanımızı sömürüyor. Allah adını andım kendi canımdan korkmam, çoluk çocuğuma acırım. Ben ölürsem, mahpuslara düşersem kim bakar onlara? Açlarından ölseler kimse bir lokma ekmek uzatmaz. Yoksa öldürürdüm ağayı da, elçiyi de.” diye çıkıştı.
”Akşam eve nasıl ekmek götüreceğimizi, bir lokma ekmek için akşama kadar güneşin altında eşşek gibi çalışıp, üstelik yetmiyormuş gibi elçinin bardaktan boşaltırmışcasına hakaretlerine, ağanın sürekli talimatlarına rağmen çalıştığımız doğru ama biz onurumuz için yaşıyoruz.” demişti Rüstem, bir keresinde.
Her yıl bu zamanlar, uzak memleketlerden çalışmaya gelirlerdi köylüler. Geçen yıl ağadan son alacaklarını alıp giderken yevmiyelerini, işe başlamadan önceki anlaşmalarından eksik hesaplanmış, köylü de tarlayı öylece bırakıp gitmiş. Ağa da buna sinirlenmiş, ”Bir daha size benden ekmek çıkmaz.” demiş.
Durumun ciddiyetini anlayan köylüler, bu yıl bir hafta erkenden gelmiş ağa bizi belki affeder diye.
Sabah erkenden kalkıp yola düştük yine. Murat’ın üstünden güneş, yeni yeni kızıllığını belli edip yükseliyordu. Birkaç bulut kümesi, güneyden gelip acelece geçti. Ne zaman bulutlar böyle hızlı davransa, Akdeniz üstünden serin bir yel eserdi. Sıcaktan solmuş insanlara ıslak bir havlu serinliği verirdi. Yağmur, uzun zamandır ıslatmamıştı kurumuş toprağın dudaklarını; muhtaçtık, gökten gelecek rahmete. Bilseydim, Tanrı’ya süslü dualar ederdim, lakin bilmiyordum ve bilmediğim çok şey vardı. Zihnimi geleceğe yönelik düşüncelere yormuyordum. Yokluğun ve boşluğun çaresizliğine düşmek, yitirilmiş bir şeyi aramak, acı veriyordu bana. Babamın nerede olduğunu, neden gelmediğini, nasıl biri olduğunu, ona benzeyip benzemediğimi düşünmüyordum. Geleceği ve geçmişi düşünecek kadar büyük değildim.
Mervan, tekrarlayarak “Hadi, geç kalıyoruz gitmemiz lazım.” dedi. Az sonra horozlar örtecekti, horozlar ötünce de bazıları horoza köfür ederek uyanacak, gözlerindeki çapağı ovuşturarak kalkacaktı. Köy, epeyce geride kalmıştı. Çadırdakiler, köylülerden erken uyanırdı. Halil ağabeyin hiç uyumadığını düşünürdüm. Çoğu zaman da uyumazdı zaten. Bu yılki arpanın, tütünün, buğdayın kilosunun kaça gideceğini düşünür, sonra kendince bir fiyat koyup yazın biriktirdiği paranın kışın onları bir sonraki bahara çıkarıp çıkaramayacağının hesabını yapardı. Uyanır uyanmaz da elçinin yolunu beklerdi. Rüstem ile bir haftadır hep aynı yerde aynı yöne bakıyorlar; ağanın, elçinin yolunu, müjdeli bir haberi bekliyorlar.
Çadır köye, sonra bizim köye baktım. Bizim köy, her zamanki gibi sessiz ve dumansızdı. Ağır ağır, güneşi daha yeni karşılıyordu. Bizim köy dediğim, uyuduğumuz her yer bir ev, bir baba ocağı sıcaklığı verdiği için kabullenirdik. Mervan önde, ben arkada; gülgesini takip ediyordum. Mervan, benden büyüktü. Beş yaşındayken annesi ölmüş, babasını ise daha annesinin kucağındayken, sınırdan geçmeye çalışırken tipiye yakalanmış, yollar kapanmış. Ancak bir hafta sonra aramaya çıkmışlar ama bulamamışlar, baharda karlar eriyince bir dere yatağında vücudunun çeşitli yerleri hayvanlar tarafından parçalanmış şekilde bir çoban bulmuş. O yollarda kışın hep bu hadiselerin olduğunu söylemişti sonrasında Mervan bana. Babasız kalanlar çocuklar, kocasız kalan kadınlar çokmuş. Öyle duymuş öyle demişti bana, ‘kaçakçı’ derlermiş onlara. Sonra Mervan’ı amcası yanına almış, büyütmüş, okutmuş. Kendi kızıyla evlenmesini istemiş ama Mervan kabul etmemiş, evden kaçmış. Gün, tam tepedeyken çadır köyden silah sesleri gelmeye başladı. Tozu dumanı tüten çığlıklar geldi sonra. Turuncu tozun içinden üç atlı çıkıp gün batımına doğru güneşle kayboldu. Mervan, tırpanını sazlıkta saklayıp koşmaya başladı. Beyaz başörtülü kadınlar, uzun ve tiz ağıtlar yakıyorlardı. Mervan, bağdaş kurup kırmızı toprağın üstünde oturmuş, yüzü ellerinin arasında kadınları izliyordu. Bir şey dememe fırsat kalmadan “Halil ağabeyi vurmuşlar.” dedi.
Ağıtlar, ta uzaklara kadar gidiyor; ovada, dağlarda, Murat Nehri’nde yankılanıp kulağıma doluyordu sanki. Sonra, tozdan rengi kaçmış, yırtık bir poşetin üstüne yatırdılar Halil ağabeyi. Nemli kanın üzerinde sinekler uçuşuyor, parmak uçlarından kan damlıyordu. Rüstem, bağdaş kurmuş, sırtını bir ağaç kütüğüne vermiş; ileri geri sallanıyor, ne ağlıyor ne de bir şey diyordu. Çöl gibi kurumuştu sanki. Çocuklar, ölümün ağırlığını bilmeden oynuyorlardı. Kadınlar, sanki sıraya girmiş gibi sırayla ağıt yakıyordu; biri durdu mu diğeri başlıyordu. Rüstem, sesi yalnız kendisinin duyacağı şekilde mırıldandı:
” İyileri kötülere kul eden, sadece yolsuzluktur. Şu dünyada her canlının tutacağı bir dalı var, insanın yok. Gözü çıksın şu yoksulluğun.”
Derin bir sessizlikten sonra devem etti Rüstem:
”Etme, eyleme Halil ağabey. Sen ağasın, soylu bir kişisin. Biz ne yüzle köyümüze döneriz? Sadece hakkımız olanı istiyoruz. Vay efendiler vay, efendiliğiniz batsın, aç köpekler, kanımızı kuruttunuz. Allah sizi köle yaratmış, köle yaratmış da şu garibanların başına efendi yapmış.” dedikten sonra elçi, ağa ve adamları her biri bir yerden kurşun yağmuruna tuttu Halil ağabeyi.
Rüstem ekledi:
”Herkes bizden habersiz, biz herkes için çalışırız. Kimse için bir anlam ifade etmeyiz ancak varlığımızı öldükten sonra akşam haberlerinden fark ederler.’’
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!