Ufak tefek bedeni yanındaki kocaman cüsseli ve sürekli bir şeyler yiyip duran kadının vücudunun kendi koltuğuna taşmasıyla iyice büzülmüş, neredeyse otobüsün camına yapışmıştı. Kadın durmadan bir şeyler anlatıyor, o ise ilgili görünmeye çalışıp yalnızca kafa sallıyordu. Hep öyle olurdu, bir yerden bir yere giderken hep çok ve boş konuşan tipler denk düşerdi yanındaki koltuğa. Cüsseli kadın ayağının dibinde duran pazar çantasına benzeyen poşetten şeker sucuğunu çıkartıp kadına doğru uzattı, ötekisi kafasını telefonun ekranından kaldırıp teşekkür etti sonra yeniden ekrana dalıp gitti. Aklında, bir an önce varılması gereken yere varıp birkaç sigarayı peş peşe içmek vardı.
Otobüs, keskin virajlı Belen yokuşunu inmeye başlarken midesi bulandı. Otobüsün klimaları çalıştığı halde alnında domur domur terler birikmişti. İnişin ortalarına geldiklerinde, güneşin altında yemyeşil bir sonsuzluk gibi duran Amik Ovası’nı gördü, Çaldıran’ın sonsuz ve soğuk beyazlığıyla ovanın sımsıcak yeşilini kıyasladı. Elindeki şeker sucuğunu bitirmiş, muavinden su istiyordu yanındaki. Muavin bıkıp usanmıştı, istekleri bitmeyen bu iri cüsseli kadından. İçinden, “Zıkkımın kökünü de ye, emi!’’ diye geçirdi, suyu getirip kadının eline tutuşturdu. Kadından kurtuluş yoktu, durmadan bir şeyler anlattığı yetmezmiş gibi bir de üzerine abanıp duruyor, tombul gevşek memeleriyle de daracık omzunu sıkıştırıyordu. Bin kilometrelik yolculuğun yorgunluğu, bilinmezlik, yanında durmadan konuşup tıkınan ve kendisini sıkıştıran kadın, ayak kokuları, uykusuzluk, çocuk viyaklamaları, hemen her şehir ve ilçede durup yolcu alıp indiren bu otobüs onu iyice germiş ve bu gerginlik de midesine vurmuştu. İnişin sonuna doğru otobüs ovayla bütünleşmiş, homurtular içerisindeki makine ovanın yeşil damarlarının içlerine doğru yol almaya başlamıştı. Manzara az da olsa midesinin ağrısını dindirirken yine de “Şimdi bir karbonat olaydı, iyiydi.” diye düşündü.
Durup durup muavine ineceği yeri hatırlatıyordu, muavinse kırık ve şiveli Türkçesiyle “Tammam bayaan, az kaldı, az kaldı.” deyip duruyordu. Ama ne yolun biteceği, ne de iri cüsseli kadının susacağı vardı. İçinden “Nazlı ve sevgilisi Naim, inşallah ev işini halletmişlerdir.” diye geçirdi. Mutlaka bir aksilik çıkardı – alışkındı – ama en azından az aksilik çıksın istiyordu. Tayin olduğu bu taşra kentinde tanıdığı tek kişiydi, Nazlı. Dostlukları eskiydi, çok severdi onu. Birbirlerinin her şeylerini bilirlerdi. Çok ağlamışlıkları, gülüşmüşlükleri vardı. Her şey bir kenara, en azından Nazlı ona önyargılı davranmıyor, arkasından iş çevirmiyordu. Bu bile çok önemliydi onun için. Kente yaklaştıkça, kontrol noktalarının çoğaldığını fark etti. Bu durumun Suriye iç savaşı ve kaçakçılıktan kaynaklı olduğunu sonradan öğrenecekti. Gerçi görev yaptığı Van’dan da alışıktı bu duruma ama yine de garipsedi.
“Evvet, Mira Market’te inecekler hazırlansın.” diyen muavini duyunca, içindeki ferahlamayı hissetti. Yanındaki kocaman kalçaları ve tombul gevşek memeleriyle kendisini durmadan sıkıştıran bu kadından kurtulduğu için şükrediyordu. Otobüsten iner inmez, çantasından minyatür bir oyuncağı andıran Rothmans marka ince sigarasını çıkartıp yaktı. Sigaradan ilk nefesi çekip sanki bu berbat ve sıkıcı yolculuğun yükünü atmak ister gibi ciğerlerindeki dumanı sıcaktan kaynaşan havaya savurdu. Eylül ayı olmasına rağmen sımsıcak bir yelin, hışımla elinden, yüzünden, koltuk altlarından ve her an terlemeye hazır alnından geçtiğini hissetti; hisseder hissetmez vücudundaki tüm ter bezleri, sanki yetişmeleri gereken bir yer varmış gibi birden harekete geçti. Muavin bavulunu bulmaya çalışıyordu; çuvalları indiriyor, çantaları yana çekiyor, arada “Sizin bavul ne renkti bayan? ” diye soruyor, sonra yine aramaya devam ediyordu. Birinci sigara bitmiş ikinciyi yakmaya hazırlanırken, nihayet muavin kırmızı bavulu bulmuş, otobüsün yan kapağını alelacele kapatıp otobüse atlamıştı. Otobüs hareket edip kendisini sıcak toz bulutu ve egzoz dumanının ortasında bıraktığında, nasıl bir yerde olduğunu kestirmeye çalışıyor, merakla sağa sola bakınıyordu.
Nazlı ve sevgilisi, onu almaya geldiklerinde sıcaktan bayılmak üzereydi. Her şeyi etraflıca düşünmüş taşınmış, Google’dan ve Nazlı’dan kentin özelliklerini, yapısını, gezilip görülecek yerlerini, tarihi yerlerinden müzelerine kadar araştırıp dinlemiş fakat denize kıyısı olan bu kentin bu kadar sıcak olacağını kestirememişti. Beklerken sigara üstüne sigara yakmış, yakıcı sıcağın etkisiyle harekete geçen ter bezlerinin çalışkanlığına hayret etmişti. Alnından ter damlamıyor adeta fışkırıyordu; silebildiği kadarını mendiliyle siliyor, silemedikleri alnından boynuna iniyor, oradan kendine bir yol bulup memelerine, sonra da ta karnına kadar iniyordu. Tişörtü sırılsıklamdı, sanki sağanak bir yağmurun altında kalmışçasına iç çamaşırlarına kadar ıslanmıştı. Midesindeki yanmaya aldırmadan Nazlı’ya “N’olur önce bir çay içelim.” dedi. O da “Sana tutacağımız ev yakın, hem evin olduğu sokakta her yer kafe kaynıyor oturur orda içeriz.’’ dedi. Sokağa girene kadar etraflıca sağına soluna bakındı, bütün taşra kentlerinde olduğu üzere üniversitenin etrafına kurulmuş iğreti bir mahalleyi andırıyordu. En azından ilk izlenimi böyleydi. Semtteki her şey, öğrencilere göre dizayn edilmişti. Yol boyu dışardan yaldızlanmış, içerde metrekareden kazanılmak için daraltılmış, eşyalı eşyasız, zevksiz apart ya da apartmanlarla doluydu. Her apartmanın altında da ya bir nargile kafe ya da metropoldeki benzerlerine uydurulmaya çalışılmış ama yine de sakil duran, egzantrik isimli eğlence mekanları vardı. Lokantalar, tekel bayiler, oyun salonları, çamaşırhaneler her apartmanın altında yerlerini almış, müşterilerini bekliyorlardı. Bugünden sonra kendisi de bu lokantaların, dükkanların, kafelerin müşterisi olacaktı. Bütün iğretiliği ve keşmekeşliğine nazaran yine de bir iki kafe ve tek bir caddeden oluşan Çaldıran’dan iyidir diye düşündü.
Nazlı’nın sevgilisi olacak adam, durmadan bir şeyler anlatıyor fakat o söylenilenleri duymuyordu, aklında devinip duran düşüncelere dalmış gitmişti. Yeni bir başlangıç yapmaya geldiği bu kentte nelerle karşılaşabileceğini hesaplıyordu. Yorulmuştu ve hemen çay içmek istiyordu. Diğerlerine göre daha sessiz bir kafeye oturdular, adam hala konuşuyor, bilgiçlik taslıyor, her şeyi ben bilirim havalarında söylenen her şeye burun kıvırıyordu. Sevmiyordu bu adamı, belli ki sonrasında da bu fikri değişmeyecekti. Bu yaşı geçkin, sözde solcu adamı sevememişti, ayrıca meslektaşı olan arkadaşına da yakıştıramıyordu bir türlü bu kendini beğenmişi. Halbuki arkadaşı güzel, genç ve akıllıydı. Ayrıca devlet memuru olduğu için taşraya göre iyi de para kazanıyordu. Ama yine de vazgeçmiyordu bu geçkin, burnu havada adamdan. Aman “Neyse, ne.” diye düşündü. İkinci çayını ve üçüncü sigarasını içerken “Sanki benim bulduklarım, çok mu matah şeyler! ” diye aklından geçirdi. Üçüncü çayı söylediklerinde Çaldıran’da kalan sevgilisini arayıp iyi olduğunu bildirmek istedi, sonra vazgeçti. “Hele şu ev işini bir halledelim de daha sonra ararım.” dedi. Aşık değildi ama seviyordu adamı; iyiydi, hoştu fakat ilişkilerinin başlangıcından bu yana birçok şey değişmişti. Yoksa sevgilisinin orada kalmak zorunda olduğunu bile bile tutup buraya tayinini ister miydi?
Sokağın sonuna doğru kafelerin dip dibe ve yüksek volümlü dandik pop şarkılarla birbirlerine nispet yapıp müşteri çalma derdine düştüğü yerin tam ortasındaydı apart-apartman karışımı bina. Kafelerin önünde lüks araçlar, yaptıkları makyajdan yüzleri görünmeyen üniversiteli kızlar, havailikleri üzerlerine oturmamış ama yine de son moda giyinmiş erkekler, genç kızları tavlamaya gelmiş sonradan görme orta yaşlı adamlar, itler, kopuklarla dolu bir kalabalık dolaşıyordu. Daire, ilk kattaydı. Bu iyiydi ona göre. Fakat iyi olmadığını gece anlayacaktı. Uzunca bir koridorda sağlı sollu dizilmiş dairelerin en sağındaki kapıyı açtıklarında, leş gibi bir mutfak karşıladı onları. Mutfağın içinde iki sandalye, bir masa ve ortalıkta gezinen hamam böceklerini gördüler. Böcek lafına bile ifrit olan kadın, ortalıkta çekinmeden dolaşan hamam böceklerini görünce neredeyse evi tutmaktan bile vazgeçecekti. Fakat geç kalmıştı ve fazla bir alternatifi de yoktu. En azından bir süre burada oturmak zorundaydı. En nefret ettiği şeydi böcekler ve sevmediği her şey gibi yine gelip burnunun dibinde bitmişlerdi. Hayır yani bundan daha kötü evlerde oturduğu da olmuştu ama böceklerle iç içe yaşamak, ona göre korkunç bir şeydi.
Nazlı’ya ve sevgilisine baktı. Nazlı mahcup, sevgilisi arsızdı. Sürekli, olur, oldurulur, halledilir filan gibilerden bir şeyler geveleyip duruyordu. Arkadaşıyla sevgilisi arasında gelişebilecek bir kavgayı önlemek için sesini çıkarmayıp susmayı tercih etti. Daire, iki oda ve ne mutfağa ne de salona benzemeyen bölümüyle toplamda normal bir evin tek odası kadar yer kaplayan bir yerdi. Odalardan birinde eski bir karyola ve kirli bir yatak, bir de sağı solu gevşemiş, dandik bir malzemeden yapılmış olduğu her halinden belli olan bir gardırop vardı. Diğer oda da ise taşınan kişinin terk ettiği birkaç kırık dökük eşya.
Telefonla sağ sol arandı, emlakçı bütün aksaklıkları halledeceğine dair söz verdi, kırmızı bavulu dairenin içinde bırakıp yemek yemeye indiler. Yalnız her şey bir yana, kadın normalde bile çok terliyor olduğunu hatırlayıp bu sıcağı yapışkan memlekete nasıl alışacağını bilemedi bir türlü. Yemekler yendi, hayli çay ve sigara içildi, kadın durduk yere yine arkadaşının sevgilisinden nefret etti. ‘’Yarın görüşürüz.’’ deyip ayrıldılar. Apartmana girmeden tam karşıdaki market-tekel bayi karışımı yerden iki paket sigara, birkaç atıştırmalık ve su aldı. Bir an önce duş alıp, en azından yenisini alana kadar o kirli yatağın üzerine kendi çarşaflarından serip uyumak istiyordu. – Sonra çarşafı atardı nasıl olsa. – Dairenin kapısını çekinerek açtı, hamamböcekleriyle karşılaştı, sunturlu bir küfür savurdu. Nazlı’nın sevgilisine de sövdü, emlakçıya da, şansına da. Odaya geçip kırmızı bavulunu yere yatırıp, bavulun fermuarını açınca kalakaldı. Bu bavul, kendi bavulu değildi. Kendi bavulunun aynı modeli, aynı rengiydi fakat eşyalar farklıydı. Belli ki muavin aceleyle karıştırmış, o da sigaranın derdine düşmüş ve dikkat etmemişti. Ne olacaktı şimdi?
Nazlı’yla, otobüs firmasıyla, firmanın merkeziyle bir sürü nafile telefon görüşmesi yaptı. Bir sonuç alamadı. Beklemekten başka bir çare yoktu. Terli, yorgun ve sinirliydi. Dahası, babası durmadan arıyor ayrıntılı sorularla ‘’Ne yaptın, nasıl oldu, kim, nerede?’’ diye başlayan bir sürü sorgu sual ile kadını bunaltıyordu. Neyse ki sevgilisi aramamıştı. Bir de onunla uğraşamazdı bu hengamede. Oysa neler kurmuştu kafasında buraya gelirken. En azından geçmişin ağır yükünden uzaklaşmak, yeni bir başlangıç yapmak, yüreğini sıkıştıran bütün lanetli hatıraları unutmak. İşlerini halledecek birileri mutlaka bulunan, işveli bir gülücükleriyle tüm kapılar ardına kadar açılan, söyledikleri bütün yalanlara inanacak bir sürü şapşal erkek bulan, sınavları tek seferde geçen, koca adayının en saftiriğini anında anlayan, kendilerine kul köle olan erkekleri parmaklarında oynatan kadınları düşündü. Yok, kendisi öylelerinden olmamıştı hiçbir zaman, hem güzel ve anlamlı olan şeyler bu kadar kolay gerçekleşmezdi ki ona göre. Bu kadar hengamenin arasında telefonu şarja koymayı da unutmuştu, batarya bitti bitecekti. Telefonun şarj kablosunu, mutfaktaki prizlerden birine taktı, masayı da prizin yanına çekti, çaresiz, kirli ve asabi bir ruh haliyle kendini sandalyeye bırakıp bir sigara yaktı.
Epey zaman sonra masadan kalkarak, yola bakan odaya girdi, yatağın kenarına iğrenerek ilişti ve dışarıyı izlemeye koyuldu. Hava kararmış, sokak daha bir hareketlenmiş, müziğin volümü yükseldikçe yükselmişti. İçinden aşağıya inip bir bira içmek geçti, yorgunluğunu ve kirli oluşunu hatırlayıp vazgeçti. Tek tek insanları izledi, onların hareketlerinden, yüz mimiklerinden karakteristik çıkarımlar yapmaya çalıştı. Yılışık pop şarkıların arasından sevdiği şarkılara yakın bir ezgiyi ayırt ettiğinde usulca eşlik etti. Arada telefonu kontrol edip yeniden yerine döndü. Bu arada hep terledi, yarın büyük ihtimalle koltuk altları ve vücudunun muhtelif yerleri pişecekti. Sokaktan sıkılıp müzikten de başı şişince masaya geri döndü. Eline telefonu aldı, bir iki mesaj attı, birkaç internet sitesine girip çıktıktan sonra telefonu tekrar masaya koydu. Yarın günlerden Pazar’dı, yapacak çok bir şey yoktu. Pazartesi de gidip müdürüne görünmesi gerekiyordu. Peki bunca iş güç ne olacaktı? Evi temizlemesi, yeni eşyalar alması, kayıp olan bavulunu bulması gerekiyordu. Bütün aksiliklerin ilk günden bu kadar üstüne gelmesi ürkütürken, sokak tüm gürültüsü ve debdebesiyle birbirinin devamı olan vagonlar gibi gecenin içine akıp gidiyordu.
Bu gönderiye abone olarak, gelecek yeni güncellemelerle ilgili ilk siz haberdar olabilirsiniz!